İmperium (2)
İmperium üzerine ilk yazıda okuyucunun zihninde bir imge oluşturmaya çalışmıştık. Tasvir edici bir biçimde imperium’un bazı yapısal özelliklerine değinmiştik. Bu yazıda imperium’u diğer devlet formasyonlardan farklılaştıran özellikler üzerinde duracağız. Bilindiği gibi 1648 Westfalya Barışı ile hem Avrupa’yı kasıp kavuran mezhep savaşlarına son verilmişti hem de modern uluslararası sistemin temelleri atılmıştı. 1618 ile 1648 yılları arasında yaşanan ve tarihe otuz yıl savaşları olarak geçen savaşlar ile Avrupa bir kez daha mezhep çatışmalarının içine sürüklenmişti. Ama savaşa son veren barış ile Avrupa’ya uzun soluklu bir çatışmasızlık ortamı hâkim oldu. Diğer yandan devletlerarası sistemin temelleri de atıldı. Saray merkezli mutlakiyetçi devletlerin toprak üzerindeki egemenlikleri kâğıt üzerinde tanındı. Bu antlaşma ile sınırların geçirgenliğine, esnekliğine son veriliyor devletlerin uluslararası sistem tarafından tanınan egemenlik hakları dokunulmaz kabul ediliyordu. Fiziken sınırları kesin olarak belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde devletlerin artık mutlak anlamda egemenliği vardı. Toprak üzerindeki bu hakka teritoryalite deniliyordu. Devletler içişlerinde tamamıyla bağımsızdılar. Kendi yaratıkları iç hukuk üzerinde ne kozmopolit haklar ne de bir başka devletin hukuku söz konusu olabilirdi. Devletler artık egemen oldukları toprak parçası ve üzerinde yaşayan nüfusu üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilme yetkisine sahip olmuştu. Foucault uzun boylu incelediği bu egemenlik biçimine klasik adını veriyor ve tarihini 19.yüzyılın başlarına kadar uzatıyordu.
İmperium’un sahip olduğu egemenlik biçimi bundan tamamıyla farklıdır. İmperiumlarda kesin, mutlak sınırlar yoktur. Sınırlar geçirgen ve belirsizdir. İmperium kapasitesinin uzanabildiği her yere yayılma ve genişleme hakkına sahiptir. Bunun önünde coğrafyanın çıkardığı engeller dışında herhangi bir sınırlayıcı güç yoktur. İmperiumlar sahip oldukları güç kaynakları ile bu sınırları hep aşmaya çalışmıştır. Toprak genişlemesinin temelinde askeri güç bulunmaktadır. Askeri gücü taşıyabilecek iktisadi imkânlar olduğu müddetçe imperium sınır tanımaz. Bir süre sonra askeri güç ile iktisadi kapasite çelişkiye düşer ise imperium ya gerileme evresine girer ya da yeni bir çevrim oluşturarak bunu idari düzenlemeler veya ideolojik aygıtları devreye sokmak suretiyle aşmaya çalışır. Bu güç kaynaklarını doğru ve yerinde kullanan imperiumların ömrü uzun olmuştur. Ama salt askeri güce dayalı imperiumlar örneğin bozkır imparatorlukları kalıcı olamamışlardır. Ama imperium’un en belirgin özelliği herhangi bir sınır tanımaması ve tüm yeryüzünü kendine ait saymasıdır.
Bu tek yanlı, keyfi, kendini herhangi bir kural ve norm ile sınırlamayan bir egemenlik mantığıdır. İmperiumlar burada artık sözcüğün gerçek anlamında emperyal bir davranış tarzına sahiptir. Muhataplarının hassasiyetlerini dikkate almak, onlardan bir rıza üretmek gibi dertleri yoktur. Karasal imperiumlar bunu askeri gücün getirdiği yağma ve haraca dayalı olarak yaparlar. Bu tip imperium biçiminde aslolan sürekli yeni yerler fethetmek suretiyle yağma ve haraca süreklilik kazandırmaktır. Orduların, askeri güçlerin asıl motivasyonları haraca ve fethedilen toprakların paylaşımına dayalıdır. Denize dayalı imperiumlarda ise malların aktığı ticaret noktalarının kontrolü ile denizler üzerindeki egemenlik önceliklidir. Kartaca denize dayalı bir imperiumdu ve Roma ile savaşıncaya kadar doğu Akdeniz’in kontrolünü elinde tutuyordu. Bir Fenike kolonisi olarak kurulmuştu ve güçlü bir ticaret filosuna sahipti. Aynı şeyi çok daha büyük bir ölçekte Britanya yaptı. Dünyadaki tüm önemli denizlerin kontrolü onların ellerindeydi. Yaklaşık 38 milyon kilometre karelik bir alana hükmediyorlardı. Portekiz ve Holanda’nın denizlerde kurduğu egemenlik hiçbir zaman bu ölçeklere ulaşmamıştı.
Nazilerin baş hukukçusu Carl Schmitt ‘Kara ve Deniz’ isimli çalışmasında imperiumları kara ve deniz olarak ikiye ayırmıştı. Naziler için hayalini kurduğu imperium karasal bir güce dayanıyordu ve Avrupa merkezliydi. Tüm Avrupa kıtasını yaşam sahası olarak gördüğü gibi Asya ve Afrika’yı da kolonize etmek yani sömürgeleştirmek istiyordu. Çünkü Avrupa’ya dayalı bir imperium’un hem köleleştirilmiş insan kaynağına hem de hammaddelere ihtiyacı vardı. Schmitt Britanya’yı izole ederek adaya sıkıştırmak istiyordu. Onlarla savaşmak önceliği değildi. Aynı şeyleri ondan önce kayzer Wilhelm’de düşünmüştü, ama başarılı olamamıştı. Schmitt aynı zamanda fanatik düzeyde bir Katolik olduğu için Britanya imperium’una küçümseyerek yaklaşıyordu. Onlar yüksek bir uygarlığı temsil etmiyorlardı. Geçmişleri korsanlığa dayanıyordu. Schmitt’in bu iddiası aslında dayanaksız değildi. Britanya kralları ve kraliçeleri korsanlığı her zaman teşvik etmiş ve özendirmişti. İmperium’un temelinde korsanlıktan edinilen güçlü alışkanlıklar vardı. Aynı şey Kartaca içinde geçerliydi.
Şu anlatımlardan imperium’un belli başlı yapısal özeliklerini ortaya çıktığını düşünüyoruz. İlki hiç kuşkusuz sınırların müphemliği yani esnekliğidir. Sınır mefhumu daha çok ulus/devletlere özgüdür. Ulus/devletler bütün mit repertuarlarını sınırların kutsallığı üzerine kurarlar. Sınırı dokunulmaz kabul edip onu şehitlik miti ile efsunlarlar. Yurttaşlarına tarih boyunca bunun hep böyle olduğuna inandırmaya çalışırlar. İmperium mekâna ve zamana hükmetmek ister. Zamana hükmederek ebedileşmek, kalıcılaşmak arzusundadır. Kısa soluklu, zamana dayanıksız imperiumlar çok fazla iz bırakamamışlardır. Attila’nın, Cengiz’in orduları mekâna hükmetmiştir, ama zamana dayanıklı olamamışlardı. Bu daha çok bozkır merkezli olmalarından ve askeri güce dayanmalarından kaynaklıdır. Zamana dayanıklı olanlar ise kendilerini meşrulaştırmanın bir biçimi olarak yeryüzüne ebedi barışı getirdiklerini iddia etmişlerdi. Bu evre daha çok konsolidasyon dediğimiz evreye karşılık gelir ve imperium asıl olarak bu aşamada tamamlanmış olur. İmperium geniş bir mekâna hükmetmiş şimdi sıra mekân üzerindeki düzenlemelere gelmiştir. Bunun en etkili araçları daha önce de bahsettiğimiz gibi idari ve ideolojik olmuştur. Örneğin Roma toprağa bağlı soyluların egemenliği altında Cumhuriyete geçmiş ve seçtiği yöneticilere verdiği görevler daima kısa ömürlü olmuştu. İki consül seçiliyor ve en fazla bir yıl görev yapabiliyordu. Senatoya hesap vermek yükümlülüğü altındaydılar. Roma bu dönemde henüz bürokratik bir sınıfa sahip değildi. Sistemin merkezinde büyük toprak sahiplerinden oluşmuş bir senato vardı. Roma imperium’unun asıl kurucusu Ovtavianus yani Augustus’tu. Hem iç savaşa son vermiş hem büyük fetihler yapmış hem de köklü idari düzenlemeler gerçekleştirmişti. Başta Roma olmak üzere imperium’un önemli kentlerinde anıtlar, tapınaklar, meydanlar inşa ettirerek bir imperium kültü oluşturmayayöneldi. Bu aynı zamanda Pax Romano denilen Roma Barışını da getirmişti. Roma kaos içindeki dünyaya istikrar ve düzen getiriyordu. İmperium’un yurttaşı ya da tebaası olanlara dışarısı sayılan barbar saldırıları karşısında güvenlik sağlıyordu.