Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

İkinci Yüzyıl

A+A-

Yazılarımızı ve bu sayfayı takip edenler bilir ki bizim angajmanımız ülkemizin demokratik değişim ve dönüşümünedir. Bunun dışındaki her şey son tahlilde talidir. Kişisel beklentilerimiz ve isteklerimizde buna dâhildir. Yaptığımız her analizi, her değerlendirmeyi ve her öneriyi bu perspektifin ışığında yapmaya çalışıyoruz. Sadakatimiz kişilere değil ilke ve değerleredir. O ilkelerde insan haysiyet ve onuruna saygıyı esas alır. Kölelik ilga edileli asırlık zamanlar geçti, ama insanın insana kulluğu hala devam ediyor. Lügatimizde ırkçılığa, milliyetçiliğe, inanç ve mezhep ayrımlarına yer yoktur. Ezme ezilme ilişkisinin, ilişkinin her iki tarafını da düşkünleştirdiğine inanırız. Ancak ilişkide asıl sorunun ezilenin sessizliği ve durumu kabullenmesi olduğunu düşünürüz. Bu nedenlerle tam eşitlik ve kardeşliği savunuyoruz. Tevfik Fikret’in ‘ vatanım ruy-i zemin milletim nev-i beşer ’ sözüne yürekten bağlıyız. 

Bu ülke üzerinde yaşayanlara insan gibi bir yaşamı her zaman çok gördü. Hak arayışları, talepleri hep bastırıldı. Devlet hak sahibi yurttaş değil, ödev ve sorumluluk sahibi yurttaş yaratmaya çalıştı. En temel demokratik istekler aşırılık olarak değerlendirildi. Devletin yurttaş için her zaman en iyisini düşüneceğine inanıldı. Bu inanış bir devlet felsefesi düzeyine çıkarıldı. Kısacası hiçbir zaman demokratik bir ülkede yaşayamadık. Siyasal yaşamın neredeyse tamamı olağanüstü haller ve sıkıyönetimler altında geçti. Siyasal yaşama sürekli müdahaleler yapıldı. Darbeler ve darbe girişimleri sivil demokratik hayatın gelişimini hep sekteye uğrattı. Darbeler toplumun olgunlaşmasını, sorunlarını müzakere ile çözmesini baltaladı. Çok uzun bir süre ülkenin demokratik gelişiminin önündeki başlıca engel askeri ve sivil vesayet odakları olarak gösterildi. Bu güçlere karşı verilen mücadelede sivil iktidarlar aydın ve entelektüellerin büyük bölümü tarafından desteklendi. Bu mücadelenin kumpas ve komplolarla yürütülmesine dahi ses çıkarılmadı. Hukuk içinde yürütülmeyen bir mücadelenin bumerang etkisi yapabileceği hesaba katılmadı. 

Geldiğimiz aşamada siviliyle askeriyle ülkemizin top yekûn bir demokratikleşme sorunu var. Baş tacı edilen sivilliğin klasik vesayeti mumla aratan bir vesayet kurduğu dönemden geçiyoruz. Ülkenin yüz küsür yıllık tarihinde demokratikleşme dönemleri adeta bir serabı andırdı. Çok kısa süren bu dönemleri ağır baskı dönemleri izledi. Baskılardan kurtulabilmek için bu toplum çok ağır bedeller ödedi. Dişiyle tırnağıyla kazandığı her şey çok kısa bir sürede tekrar elinden alındı. Toplumun demokratikleşme isteklerini bastırmak için devlet ve siyaset çoğu kere birlikte davrandı. Siyaset kurumu hiçbir zaman kendini topluma ait görmedi. Toplumdan beslenmesi, köklerini oradan alması ve meşruiyetinin yegâne kaynağının orası olması gerekirken hep devlet sözcülüğüne soyundu. Toplumdan beslenmeyen bir siyasetin gerçek anlamda sivil olabilmesi mümkün değildir. 
Toplumun sözcülüğüne soyunan siyasetler devlet içinde kökleşmeye başladıkça toplumla olan bağlarını da zayıflatmaya ve koparmaya başladı. Devlet nezdinde hüsnü kabul görmek siyasetçileri içinden çıktıkları topluma yabancılaştırdı. Devletin sözcülüğüne soyunan siyaset bir süre sonra topluma tepeden bakma huyu edindi. Toplumu içindeki tüm farklılıkları ile kabul etmekten uzaklaşıp devletin kırmızıçizgilerine uygun davranmaya yöneldi. 

Betimlediğimiz bu süreç adeta bir kısır döngü halini aldı. İktidar olan tüm siyasal partiler bu fasit daireye mahkûm oldu. Devlet ve toplum arasındaki irtibatın, temsilin aktarma kayışı olması gereken partiler iktidar oldukça toplumu devletin istediği kalıba dökmenin enstrümanına dönüştü. Bunu yapan partiler halktan koptukça iktidar zeminini de kaybetmeye başladılar. Bu defa devlet gücünün arkasına sığınarak iktidarlarını muhafaza etmek istediler. Bu alışkanlık onları hukuktan uzaklaştırdı, zorbalaştırdı ve Türkiye’ye kaybettirdi. Bu yaşananların çok ağır bedelleri oldu. Bu topraklarda yaşayanlar insanca bir yaşamdan yoksun bırakıldılar. Fakirleştiler, çaresizleştiler, umutsuzlaştılar ve başka ülkelere kaçmanın yollarını aramaya başladılar. Bu uğurda çok bedeller ödendi, acılar çekildi, kuşaklar feda edildi. Türkiye’nin yaşadıklarının çok azını yaşayan ülkeler bugün kâmil bir demokrasiye kavuşmuş iken bizler hala kadim sorunlarımızla yaşamaya devam ediyoruz.  

Türkiye şu anlattıklarımızın tamamını Cumhuriyetinin ilk yüzyılında yaşadı. İkinci bir yüzyıla hazırlanırken artık bunları geride bırakmamız gerekiyor. İlk yüzyılın kurucuları bize tam bağımsız bir ülkeyi miras bırakmışlardı. Emperyalizme karşı savaşarak kan ve baruttan bir Cumhuriyet çıkarmışlardı. Dostları da, düşmanları da onlara hayranlık duyuyordu. Yeni bir ülke inşa etmenin, yurdu demir ağlarla örmenin, bozkırı suya kavuşturmanın heyecanı taşıyorlardı. Kendisini sömürgeleştirmek, topraklarını parçalamak isteyen medeniyeti geçmek iddiası ve hırsına sahiptiler. Sonra gelenler ilk kuşağın bu heyecanını sürdürmek isteyenleri darağaçlarına çekti, izbe yerlerde imha etti ve sinik kuşaklar yarattılar. 

20 yıllık AKP iktidarı ilk yüzyılın başarısızlıklarının, yenilgilerinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Her seçeneği birer birer tüketen ilk yüzyılın birikimi AKP’ye mecbur kaldı. İkinci yüzyılda tüm bu açmazlardan kurtulabilmemiz için ilk yüzyılın sağlıklı bir değerlendirmesine ihtiyacımız var. Her şeyden önce AKP’nin ilk yüzyılın birikiminin sonucu olduğunu kabullenmemiz gerekiyor. Eğer bu hesaplaşmadan kaçınır isek AKP’den belki kurtuluruz, ancak çektiklerimizin tam karşılığını da alamamış oluruz. Cumhuriyetin ilk yüzyılı hem büyük başarıların altına imza attı hem de kendi inkârının nüvelerini daha doğarken içinde barındırdı. İkinci yüzyıla ancak bu geçmişle korkmadan, ürkmeden, çekinmeden yüzleşerek ilerleyebiliriz. 

AKP’nin aşılmasına işte bu yüzden salt bir iktidar değişikliği olarak yaklaşmıyoruz. Önceliğimiz ülkemizin demokratik değişim ve dönüşümünü başarıya ulaştırmak. AKP’den kurtulduğumuzda bir inkârdan kurtulmuş olacağız. Ancak inkârın inkârı gerçek bir dönüşümü başlatacak. Bu süreç kişilerin egolarına, hırslarına, kaprislerine feda edilemeyecek kadar değerlidir. Bunu başarabilmek, ancak ilk kuruluşun ve yüzyılın ideallerine sahip çıkmakla ve fakat onları aşmakla mümkündür. Bu asla bir inkâr değildir. Almanların Aufhebung dedikleri şeyin kendisidir. Yani kapsayarak, içererek ve tüm olumlu özellikleri sahiplenerek mümkündür. İşte bütün yazdıklarımız,  paylaştıklarımız bu soylu amaca hizmet etmek gayesiyle doludur. Bunu yaparken elbette bir mükâfat beklemiyoruz. Zor olduğunun farkındayız.  Yanlış anlaşılmalar, çekiştirmeler, sataşmalar, kendine benzetmeler ve yok saymalar doğal olarak olacaktır. Bizden öncekilerin soylu eylemleri karşısında bizim yaşayacaklarımızın, karşılaştıklarımızın sözü bile edilmez. 

Not:Türkiye tarihi bir dönemece doğru ilerlerken bütün davranışlarımızı bu duygu ve düşüncelerin motive ettiğinin bilinmesini istedim.

Önceki ve Sonraki Yazılar