Gezi'ye Yönelik Hıncın Sebepleri (2)
Erdoğan, kontrol edemediği öfkesine 'bir sanattır' diyerek bahane bulmaya çalışmıştı. Erdoğan, Türkiye'nin o güne kadar tanık olduğu siyasetçi tipolojisine pek benzemiyordu. Üzerinden atamadığı bir öfke ile maluldü. Buna öfke denip denmeyeceğini elbette tartışacağız. Ama oraya gelmeden önce onu diğerlerinden farklılaştıran yanlar üzerinde biraz daha duralım. Şimdi, bugüne bakıp nostalji ile aranılan liderlerde, sözlerinde belli bir gerilimin, asabiyetin izlerini taşıyan laflar ediyorlardı. 'Kör ölür badem gözlü olur' misali, geçmiş günahlarından arındırılarak hatırlanan Demirel, 'bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz' dediğinde, sola duyduğu öfkeyi yutkunarak ifade ediyordu. Türk faşizminin o günkü temsilcisi Türkeş, yetiştirdiği komandoların sırtını sıvazlarken bunu soğukkanlılıkla yapıyordu. Çünkü tamamı toplumsal ve politik merkezin içinden gelmişti. Tüm kıyıcılıkları bir yana, merkez onlara kendi değerlerini aşılamıştı. Bunu bir övgü, methiye olsun diye söylemiyoruz. Bugünün belleksizliğe, hafızasızlığa karşılık düşen ortalamacı havasında, geçmişi toz pembe görmek gibi bir niyette taşımıyoruz. Söylediğimiz bu liderlerin yetiştikleri ortam gereği kamusal yüzlerinde öfkelerini kontrol edebilecek bir soğukkanlılığa sahip olduklarına ilişkin bir saptamadır.
Erdoğan'ın soğukkanlılığını kaybederek sürüklendiği psikopatolojiye öfke demek mümkün müdür? Bu sorunun yanıtını bulmaya çalışacağız. Eğer öfke demeyeceksek bu müzmin psikopatolojiye ne ad vereceğiz? Böyle bir okuma bizi Türk siyasal İslamcılığı konusunda yeni sonuçlara ulaştırabilir mi? Gezi'ye dair nefretin, bitmek bilmeyen hıncın kaynaklarına dair yeni şeyler öğrenmemize vesile olabilir mi? Madunların, eziklerin, çevreden gelenlerin, her şeyden bağımsız biçimde demokratik bir ufukla, özgürlükçü bir vizyonla nitelendirilmesinin büyük yanılgılara kapı araladığını tarihsel bir tecrübe olarak kayıtlara düşebilir miyiz? Önünde İran deneyimi, Mısır tecrübesi bulunmasına rağmen aydın ve entelektüellerin neredeyse çoğunluğu neden Türk siyasal İslamcılığı konusunda böylesi bir aldırışsızlığa sürüklendi? Siyasal İslamcılığın toplumsal tabanının yanlış okunmasına ilişkin akıl tutulmasının kaynakları nelerdi? Aydınlanmacı bir dikotomi üzerinden yapılan değerlendirmeler neden açıklayıcı değil? Bugünde aynı minvalde yapılan izahların hiçbir şeyi açıklayamadığı ortada değil mi?
Öfkeden başlayalım öyleyse. Öfke anlık, gelip geçici bir duygudur. Öfke dışa vurulduğu anda kendinden kurtulur, uzaklaşır. Öfkesini dışa vuran yarattığı sonucun farkındadır. Öfke bu haliyle istem dışı bir davranıştır. Duygularını kontrol edemeyen öznenin sansür mekanizmaları çalışmaz hale gelmiştir. Öfke sahibi içindekini dışa aktarmıştır, ancak bunu kontrolsüz biçimde yapmıştır. Öfkenin bu haliyle samimiyetinden bile söz edilebilir. Erdoğan öfke bir sanattır derken aslında yatırımını buraya yapıyordu. Ama müzminleşmiş, kangrene dönüşmüş bu ruh haline artık öfke demek yeterli midir? Bu soruyu bir kenara koyalım şimdilik.
Hınç öfkenin daha negatif, daha yıkıcı bir hali olarak karşımıza çıkıyor. Hınç kendini öfke olarak değil nefret olarak gösteriyor. Hınç eksikliğin, yarımlığın demek yoksunluğun öznede yarattığı tahribat. Hınç sahibi kişi katılaşmış öfkesinin esiridir artık. Öfkenin patlaması hınçla yüklü kişide tam bir tatmin sağlamaz. Hınç etkisine aldığı kişide diğer kötücül duyguları harekete geçirir. Hınç aynı zamanda hasetle yakınlık içindedir. Hasette, artık kişi kendini onarma imkanından yoksun kalmıştır. Haset yöneldiği nesneye sadece kötülük atfeder. Aslında kendi içindeki karanlığı başkasına yüklemektedir. Hınçla haset bu nedenle çoğu zaman kol koladır.
Hınçla bir duygu olarak yoğun biçimde ilk Nietzsche ilgilenmişti. Übermens (üstün insan) idealine sahip düşünür; yoksulların, ezilenlerin bu idealden yoksunluğunu hınç tarafından ele geçirilmelerine bağlamıştı. Nietzsche bu düşüncelerini hem 19.yüzyılın kitle toplumlarına hem de Hırıstiyanlığa uygulamıştı. 19.yüzyılın ortaya çıkardığı dinamikler sanayi toplumlarını doğurmuş bu gelişmede milyonlarca yoksulu, işçiyi birer aktör olarak tarih sahnesine çıkarmıştı. Prusya toprak sahiplerinin aristokratik değerleriyle yüklü Nietzsche açısından yoksullar, tarih yapabilecek yetenekten yoksundular. Eski Yunan mitolojisine derin bir hayranlık duyan ve bunu Junker sınıfın aristokratik dünya görüşü ile tamamlayan düşünür için yoksullar nefretlerini, hınçlarını soylu, üstün insanlara yöneltmiş amorf bir güruhtu. Düşünür ilhamını Yunan tanrılarından ve Germen soylu sınıfların özendiği yitik Töton şövalyelerinden alıyordu. Kahramanlık, yalnızlık, cesaret, estetik bir varoluş bu sınıfın değerleri haline gelmişti. Sanayi toplumunun her şeyi bir örnekleştiren yaşam tarzına, kendini gezgin bir filozof olarak konumlandırmak suretiyle kafa tutuyordu. Nietzsche için kitleler işte bu bir örnekliği, sıradanlığı, estetik bir yaşamdan mahrumiyeti temsil ediyordu. Kendisi gibi yeni bir yaşamı temsil eden üstün insanlara beslenen hıncın kaynağında bu vardı. Düşünür seçkinci biri olsa bile sanayi toplumunun dinamiklerini doğru okumuştu. Kırları boşaltıp insanları üst üste yaşayacak biçimde kentlere dolduran sanayi toplumu, makinaların daha çok üretimin içine çekilmesiyle emeği de vasıfsızlaştırıyordu. Vasıfsız emek öz benliğini, öz saygısını giderek yitiriyordu. Öz saygı yitimi emeğin kuruculuk kapasitesini tahrip ediyordu.
Nietzsche eleştirilerini asıl olarak Hıristiyanlığa yöneltti. Düşünüre göre İsa'nın dini aslında kölelere sesleniyordu. Hıristiyanlık eziklerin, boyun eğmişlerin, köle ruhluların diniydi. Bu din taraftarlarına uysallığı, itaati salık veriyordu. Ancak bu dinin mensupları tüm boyun eğmişlikleri içinde içten içe güce, iktidara, erke imreniyordu. Güçsüzlükleri bilinçli bir tercihin ürünü değildi. Din onların güçsüzlüklerine kabul edilebilir, katlanılabilir teolojik bir çerçeve sunmuştu. Ama tüm dışlanmışlar, ezikler gibi alttan alta güce derin bir hayranlık besliyorlardı. Aristokratik değerlerin savunucusu filozof Hıristiyanlığın bu tavrını iki yüzlü buluyordu. Kendi aristokratik tavrına en uygun dünyayı Eski Yunan'da bulmuştu. Nietszche'yi Eski Yunan'ın Homeros destanlarına da konu olmuş kahramanlık çağıyla büyülenmişti. Nietsche için hıncı besleyen kaynaklardan biri de Hıristiyanlığın iktidar karşısındaki işte bu iki yüzlü tutumuydu. Mensuplarına dünyevi iktidardan vazgeçmeyi salık verirken aslında içten içe erki arzulamaktadır.