Franz Fanon: Filozof-Psikiyatr-Devrimci (6)
Psikiyatri programına dâhil olan Fanon bitirme tezi olarak ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’i sundu. Ancak tez çok fazla ‘şahsi görüş’ barındırdığı için kabul edilmemişti. Fanon sonradan hiç üzerinde durmayacağı bir tez hazırlayarak mezun oldu. Tezinin kabul edilmemesi psikiyatri camiasının tutuculuğunu, yeniliklere ne kadar kapalı olduğunu gösteriyordu. Bilimsel pozitivizm kılıfı altında camia yeniliklere, radikal değişimlere düşman hale gelmişti. Meslek hayatı boyunca 15 bilimsel makalenin altına imza atacaktı Fanon. Fakat yayınladığı eserlerin etkisi mesleki üretiminin çok önüne geçtiğinden bu makaleler ile sadece işin uzmanları ilgilenecekti. Bu yazı dizisine verdiğimiz başlıkta olduğu gibi onun adını tek bir sıfata indirgeyebilmek mümkün değildi. Çok erken yaşlarda yoğun bir biçimde edebiyat ile ilgilendiğinden üslubu oldukça edebiydi. ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ karmaşık felsefi, psikanalitik meselelerle ilgilenmesine rağmen kitap oldukça anlaşılırdı. Fanon’un yalın, anlaşılır, kolay okunan bir tarzı vardır. Bu yalınlık basitlikten değil uğraştığı meseleleri kavramsal olarak özümsemiş olmasından, yaşadığı deneyimlerle bütünleştirmesinden kaynaklıdır.
İlk mesleki deneyimleri açısından oldukça şanslıydı. Saint-Aban hastanesindeki psikiyatri kliniğinin müdürü olan François Tosquelles, İspanya iç savaşında anti-stalinist POUM saflarında savaşmış bir militandı. Franko’nun iktidara gelmesiyle birlikte ülkesinden kaçmak zorunda kalmış, Fransa’ya sığınmıştı. İkinci savaş sırasında Nazilere ve işbirlikçilerine karşı Direniş saflarında mücadele etmişti. Tosquelles yenilikçi bir psikiyatr olarak hastaların dışlanmasına, kapatılmasına karşıydı. Müesses psikiyatri çevreleri hastalarına deli muamelesi çekiyor, etraflarını verecekleri zarardan alıkoymak için tecrit ediyorlardı. Hasta dışlanıyor, kendini ifade etmesi engelleniyordu. Hastalığın kökenlerine inilmiyor hasta sadece kontrol altında tutuluyordu.
Tosquelles hastalarını 'yabancılaşmış' bireyler olarak görüyordu. Hastalıkların kökeninde yaşadıkları topluma yabancılaşmışlıkları vardı. Bu yabancılaşmanın aşılabilmesi için sosyalleşmeleri gerekiyordu. Hastalar kapatılmıyor, hastanenin her tarafında dolaşabilmelerine imkân sağlanıyordu. Sosyalleşebilmeleri için birlikte vakit geçirmelerine izin veriliyordu. Terapi de sosyalleştirilmişti. Terapi hasta ile analistin baş başa kaldığı bir dinleme etkinliği olmaktan çıkartılmış ve ‘sosyal terapi’ denilen bir uygulamaya geçilmişti. Hastaların kendilerini ifade etmeleri için duvar gazetesi çıkartılıyor, karşılıklı tartışmalarına olanak sağlanıyordu.
Terapinin hedeflerine ulaşması için, hastaların tek başına sosyalleşmelerini sağlamak yeterli değildi. Hastanede de köklü bir zihniyet değişimini gerçekleştirmek gerekiyordu. Doktorlar dahil görevlilerin hastalara bakışlarının değişmesi gerekiyordu. Hastalar bireysel zaaflarının sonucu hastalığa yakalanmış değillerdi. İçinde yaşadıkları toplumun etkisi sonucunda hasta olmuşlardı. Endüstriyel toplumlar mütemadiyen yabancılaşma üretiyorlardı. Hastada ortaya çıkan Nevrozların kökeninde bu tür yabancılaşmalar vardı. Yabancılaşmanın ortadan kalkması için hastanın öz-etkinliğinin artması, çevresi ile ‘bütünleşmesi’ gerekiyordu. Bu görüşler Fanon’a uzak değildi. Onun kendi deneyimleri ile de bire bir örtüşüyordu. Yabancılaşmanın aşılabilmesi, ancak insani bir hümanizm ile mümkündü. Fanon bu insani hümanizme çok erkenden bağlanmıştı. Kimlikçiliğe uzak durmasının, tikelin hakkına sahip çıkarken Evrensele olan ısrarının nedeni de buydu. Yabancılaşma, ancak insanın türünü, cinsini ve kendini sevmesi ile aşılabilirdi.
‘Yabancılaşma’ kavramı Marx’ın kendisi için tuttuğu notların 100 yıl sonra bulunmasıyla birlikte tartışmaların merkezine yerleşmişti. Genç Marx kavrama ilk başta felsefi olarak ilgi duydu. Yabancılaşma Hegel için de önemli bir kavramdı. Efendi ile Köle arasındaki ilişki türün birbirine yabancılaşmasını simgeliyordu. Başlangıçta bütün olan birbirinden ayrılıyor, parçalara bölünüyordu. Özne kuramları bu ayrılığın nasıl giderileceğine ilişkin yanıtlar arıyordu. Kant ayrılığı, ancak soyut Özne de aşabiliyordu. ‘Kategorik Buyruk’, ayrılığın aşılmasına verilmiş bir cevaptı. Ancak bu cevap ‘karşılıklı’, ‘öznelerarası’ bir faaliyete yaslanmıyordu. Bu nedenle Kant’ın ‘aşkın idealizmi’ yetersizdi. Fichte’nin cevabı ‘Mutlak Tekbencilik’ti. ‘Mutlak tekbencilik’te Ben’in kendine yetersizliğinin farkına varılıyordu, ancak karşımdaki Ben’le karşılıklı bir ilişkiye girmeksizin kendimi kabul ettiriyordum. Bu 'Ben' nesnelliği tanımayan, kendi dışına çıkmayan, kendi üzerine kapanan bir Ben’di. Hegel’in ilk yaptığı iş Kant’ın tüm kavramlarını radikalleştirmek oldu. Etik bir toplumun birliği aşkın Ben’ler üzerinden kurulamazdı. Bu Ben’ler ortaklaşa bir ilişkiye girmeksizin nasıl topluluk haline geleceklerdi? Hegel zamana, tarihe vurgu yaparak, diyalektiği harekete geçirerek Aşkın Ben’i bir başkası ile ‘Karşılıklı’ ilişkinin içine yerleştirdi. Öznenin en baştaki tümlüğünün elde edilebilmesi için ayrılığın nesnellik içindeki dolayımlarına ihtiyacı vardı.
İkinci savaş sonrasının en popüler filozofu Sartre oldu. Bir fenomenolog olarak kariyerine başlayan Sartre giderek Marksizm’e yaklaştı. Başlangıçta fenomenolojinin kurucusu Husserl’e hayrandı. Derslerini dinlemek için Almanya’ya Heidegger’in yanına kadar gitmişti. 30’ların başında Kojove’nin Hegel okumalarından etkilenmişti. Giderek özgün Varoluşçuluğu ile Marksizm’i kaynaştıran bir çizgiye yerleşti ve en sonunda Marksizm’i çağın aşılamayan ufku olarak ilan etti. Bir psikiyatr olarak Fanon bu tartışmaları yakından izliyordu. Kendi özgün yolunu da bu tartışmaları izleyerek, müdahale ederek ve kavramları dönüştürerek bulacaktı. Fanon bütün entelektüel üretimi, psikiyatri deneyimi ve siyasal mücadelesi sırasında yabancılaşmanın aşılmasını en öndeki gündemi haline getirdi. İnsanın kaybettiği İnsanı yeniden bulabilmesi için yabancılaşmanın aşılması zorunluydu. Onu ayakta tutan tüm zincirlerin parçalanması gerekiyordu.
Fanon, Freud’dan da çok etkilenmekle birlikte ürettiği kavramları olduğu gibi devralmadı, hep söylediği gibi ‘esnetti’. Freud’a göre patolojik olanın temelinde Nevrozlar vardı. Bunlar ise çocukluk deneyimlerine dayanıyordu. Freud için Oedipus kompleksi Evrenseldi. Ailenin olduğu yerde çocuğun bu komplekse yakalanmaması mümkün değildi. Çocuk bu komplekse oğlan çocuğu olarak yakalandığında arzusu anneye yönelik olduğundan babaya husumet besleyecek, eğer kız çocuğu ise babayı arzulayacağı için husumeti anneye yönelecekti. Ancak bu evreyi aşabilmiş erişkinler ‘normal’ biri olarak hayatlarını sürdürebilirdi. Bu evreye takılmış olanlarda patoloji ortaya çıkıyor ve bu da Nevrozlar olarak kendini gösteriyordu. Aşılabilmesi için bastırılmış olanın bir analist yardımı ile bilince çıkartılmasına ihtiyaç vardı. Eğer bu işlem yapılmaz ise kişi erişkin biri de olsa yaşamını bu semptom ile sürdürmek zorunda kalacaktı.
Freudculuğu sömürge dünyasına uygulayan Lacancı psikanalist Memnoni’ye göre Siyahın aşağılık kopmlekslerinden kurtulamamasının nedeni baba figürü geçmişte Atalara yansıtılırken sömürgeciliğin başlaması ile birlikte baba figürü olarak artık sömürgeci Beyaz ikame edilmişti. Siyahın Ego idealine ulaşamamasının gerisinde hep aşağılık kompleksi ile yaralanmış olması vardı. Fanon, Hegel’e, Marx’a yaptığını Freud’a da yapacaktı. Oedipus kompleksi Evrensel değildi. Bu kompleks Batılı özne için üretilmişti. Ve temelinde de aile vardı. Ailenin toplumun temel birimi olduğu yerde bu kompleks ortaya çıkıyordu. Batılı toplumlar aileyi model almışlar ve ulusu da tıpkı aile gibi kurgulamışlardı. Bu toplumlar da aile ulusa doğru genişlemişti. Aile ile Ulus birörnektiler. Hâlbuki sömürgeler için bu durum söz konusu değildi. Yerlilerin dünyasında batılı anlamda bir aile mefhumu yoktu. Ailenin yerini komünalite ikame ediyordu. Çocuk aileye değil komünaliteye aitti. O nedenle bu toplumlarda Oedipus kompleksine rastlanmıyordu. Sömürgeciliğin başlaması ile birlikte komünaliteye dair fanteziler yer değiştirmişti. Siyahın fantezileri Beyaz tarafından ele geçirilmişti. Komünalite üzerinden kurulan Ego ideali parçalanmıştı. Siyahın tüm fantezisi bir Beyaz olmaktı. Bunun Oeidipus kompleksi ile bir ilgisi yoktu. Siyah da narsistik yapı da kurulamamıştı. Bir Ego ideali yoktu. Ego idealinden uzak olduğu için de kendini bir Özne haline getiremiyordu. Fanon'un tüm çabası Siyahın fantezi dünyasını Beyazın işgalinden kurtarmak ve onu bir Özneye dönüştürmeye yönelikti.