Franz Fanon: Filozof-Psikiyatr-Devrimci (5)
Fanon’un bir psikiyatr olarak yaptıklarını ve bu alana katkılarını anlamak için hayatına ve deneyimlerine odaklanmak bir zorunluluk. Fanon kendi deneyimlerini anlamlandırabilmek için bir başka disipline, mesleğe değil psikiyatriye yönelmek zorunda kalmıştı. İlk tercihi diş hekimliği olmuş ve sıkıcı bularak ayrılmıştı. Tıp Fakültesine kaydını yaptırdıktan sonra dördüncü sınıfa geldiğinde her hangi bir alana değil psikiyatriye yönelmeye karar vermişti. Fanon ilk yapıtı ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler’ 1952 yılında yayınlandığında kitaptaki fikirlerin zihninde yedi yıl önce oluştuğunu söylemişti. Bu sıralarda daha henüz Fanon tıp fakültesine kaydını bile yaptırmamıştı. Ama Fanon sömürgede yaşadığı deneyimler sonucunda Freud’un ‘ruhsal aygıtının’ sadece tıbben anlaşılabilecek bir şey olmadığının çok erken farkına varmıştı. Ruhsal aygıt aynı zamanda politikti. Politik olarak anlaşılır kılamadıktan sonra işleyişini kavrayabilmemiz mümkün değildi.
Fanon 1925 yılında Fransız Antilleri olarak bilinen Martinik’te dünyaya geldi. Orta alt sınıf bir zenci ailesine mensuptu. Aile, Martinik’in hem kültürel hem idari başkenti olan Fort-de-France’da yaşıyordu. Aile köylü kökenliydi ve şehre taşınalı çok olmamıştı. Bu köylü kökenlerinin Fanon üzerinde çok büyük etkisi olacaktı. Adanın toplam nüfusunu oluşturan 150 bin kişinin sadece 2 bini beyazdı. Siyasal ve ekonomik güç tümüyle, azınlıkta olan beyazların elindeydi. Fransız sömürgelerinde kölelik 1848 ayaklanmalarının yarattığı özgürlükçü havanın etkisiyle kaldırılmıştı. Kölelik resmi olarak kaldırılmış olmasına karşılık yarattığı ilişkiler dokunulmaksızın devam ediyordu. Resmi olarak ten renginden kaynaklı ırkçılığa son verilmiş olsa da ırkçı yapı kendini bu defa kültürel ve ekonomik olarak sürdürüyordu. Fanon çocukluğunun ilk yıllarını hatırlarken ırkçılığın üstünün ekonomik ayrımcılıklar tarafından örtüldüğünü ve toplumsal ilişkilerde görünürde ten renginden kaynaklı bir dışlamaya rastlanmadığını söylüyordu. Yerli zenciler ne Afrika geçmişlerini hatırlıyorlardı ne de kendilerini zenci olarak görüyorlardı. Fransız kültürü ve cumhuriyetçiliği ile yetiştiklerinden dolayı bu kimlikle özdeşleşmişlerdi. Yerli dili olan ‘kreol’ü bile hor görüyorlar ve Fransızca konuşmaya özeniyorlardı. Bu dili iyi konuşmak Fransız olmanın ölçütü sayılıyordu.
Görüldüğü gibi geçmiş halının altına süpürülmüş, uykuya yatmıştı. Köleliğin resmi olarak kaldırılması köleci geçmişi bellekten silmişti. Fransız devrimi ile eşzamanlı yaşanan ve ortaya çıkan Haiti devrimi unutulmuştu. Bu devrim 1793 yılında başlamış ve 10 yıl sürmüştü. Köleler ilk defa isyan etmekle yetinmiyor, köleliğe son verilmesini, ırkçı ayrımların tümüyle ortadan kaldırılmasını ve yeni bir sosyal düzen kurulmasını talep ediyorlardı. Yaşanılan dayanılmaz noktaya gelen ırkçı baskılara son verilmesinden ibaret değildi. Fransız devrimi tüm feodal ayrıcalıkları ortadan kaldırıp yerine yurttaş eşitliğine dayalı bir burjuva düzeni getirmekle yetinirken Antillerde kölelerin başlattığı devrim sadece köleciliğe son vermekle yetinmiyor gerçek anlamda bir sosyal eşitliği hedefliyordu. Ancak Haiti devrimi de restorasyon aşamalarından geçtikten sonra iktidarı siyahlara vermekle yetinmek zorunda kalmıştı. Ufku Fransız devriminin çok ötelerine geçen bu devrimin etkileri bile belleklerden uzaklaşmıştı. Ama belleklerden uzaklaşanın tümüyle silinmediğini ve sadece kolektif bilinçdışına gönderildiğini bize hatırlatan yine Fanon’un kendisiydi. Jung ile tartışmasında kolektif bilinçdışının kalıtımsal değil tarihsel olduğunu söylemişti.
Martinik’teki asude yaşam ikinci dünya savaşının başlaması ile birlikte değişecekti. Ancak Fanon’un uyanışı çok daha erken başlamıştı. O ulaştığı teorik sonuçlara bizzat kendi deneyimlerinden kalkarak varmıştı. Fort-de-Franche’daki tüm resmi yerlere Fransız ulusal parlamentosuna köleliğin ilgası teklifini veren Victor Schoelcher’in adı verilmişti. Her yerde onun heykelleri vardı. Okullara, caddelere, kütüphanelere adı verilmişti. Köleliğin kaldırılması için başkaldırmış, mücadele etmiş zencilerin adına hiçbir yerde rastlanmıyordu. Adeta unutulmuşlar, yok sayılmışlar, görmezden gelinmişlerdi. Fanon’a göre bu durum normal olamazdı. Şeylerin bu düzeni kendiliğinden meydana gelmiş değildi. Şeylere bu halini veren bir güç ve yarattığı ilişkilerdi. Fanon’daki ilk uyanış, sorgulayış etrafında gördüğü ‘şeylerin düzenini’ sorgulamayla başladı.
İkinci dünya savaşı her şeyi değiştirecekti. Naziler 1940 yılında Fransa’yı işgal etmiş, Vichy şehrinde kukla bir hükümet kurmuşlar ve başına da general Petain’ı getirmişlerdi. Savaş başladığında Atlas Okyanus’un da önemli bir mevkiiyi tutan Martinik’in Nazilerin eline geçmesini önlemek için 10 bin Fransız askeri adaya gelmişti. Askerlerin gelişi ile birlikte adadaki yaşam bütünüyle değişecekti. Askerler yerli halka küçümsemeyle yaklaşıyor, ‘renk ayarına’ dayalı ırkçılığı yeniden hortlatıyordu. Cumhuriyetçi eşitliğe inanmış yerliler bu davranışlar karşısında hayal kırıklığına uğruyordu. Kurtarıcı olarak geldiğine inanılan askerler resmi olarak kaldırıldığına inanılan ırkçılığı yeniden canlandırmıştı. Başlarındaki komutan Nazilere karşı başlamış olan Direnişin yanında yer almayarak kukla Vichy hükümetinin emrine girmişti. İlk zenci uyanışı bu ortamın etkisiyle kıpırdanmaya başlayacaktı.
Fanon çok okuyan, çabuk öğrenen biriydi. Hegel’i, Nietzsche’yi, Marx’ı ve kuşkusuz Sartre’ı çok erken yaşlarda okumaya başlamıştı. Fenomenoloji, Marksizm ve Psikanaliz’e yoğun bir ilgi duyuyordu. Ama en fazla etkilendiği kişi kendisi ile aynı şehirde doğmuş olan Aime Cesaire’ydi. Cesaire zenci uyanışının başladığı 30’lar kuşağına mensuptu. Damas ve Senghor ile birlikte kıvılcımı çakmışlardı. Bu uyanış edebi alanda kendini göstermişti. Cesaire sürrealistlere büyük ilgi duyuyordu. Benjamin’e göre sürrealizm 20.yüzyılın en sahici devrimiydi. Şeylerin doğal düzenine itiraz ediyorlar, şeylerin algılanışını tersyüz ediyorlardı. Çünkü şeyler düzenlenişi doğal, organik değildi. Kapitalist yaşama şeyleşme hakimdi. Marx’ın Kapital’inin ‘meta fetişizmi’ ile ilgili kısmında üzerinde uzun uzadıya durduğu ‘şeyleşme’ insanlar arasındaki ilişkileri nesneler arsındaki bir ilişkiye çevirmişti. Çalışan ürettiği nesneye yabancılaşmış ve bu evrede başlayan yabancılaşma insanın türüne yabancılaşması ile sonuçlanmıştı. Lukacs ise felsefesini tümüyle ‘şeyleşmenin’ nasıl aşılacağına hasretmişti. Sürrealistler estetik alanda bir devrim yaparak şeylerin alışılmış düzenine meydan okuyor ve yeni bir duyuş, algılayış ve imgesel düzeni ayaklandırıyordu. Cesaire sömürgede doğmuş bir şair olarak bu kervana katılacak ve zencinin alışıldık algılanışına isyan edecekti.
Cesaire bu nedenle savaşa ilgisiz kalıyor ve zencileri ilgilendirmediğini söylüyordu. Savaş Fransızların kendi savaşıydı. Sömürgeci güçler arasındaki bir savaştı. Zencilerin kendilerini ilgilendirmeyen bir savaşa katılması yanlıştı. Evrenselci düşünce ile her zaman gergin bir ilişkisi olan Fanon böyle düşünmüyordu. Tikelci bir körlüğe saplanmaktı asıl yanlış olan. Dünyanın tümünden sorumluyduk ve her yerdeki yanlışın karşısına dikilmeliydik. Bu duygularla Direnişçilere destek veriyordu. Fanon daha 17 yaşında Özgür Fransız Ordusu saflarında savaşa katılmak için ailesinin yanından kaçtı ve Dominik’e gitti. Tekrar geri döndükten sonra askerlik eğitimini de alarak en sonunda Mart 1944’te Kuzey Afrika’ya geçti. Bu Fanon’un Kuzey Afrika gerçeği ile ilk tanışmasıydı. Fanon bu deneyiminde Fransız ordusunun ırkçı yapısını keşfetti. Fransa’yı Nazilerden kurtarmak isteyen ordu da dahi ırkçılık hakimdi. En altta Berberi Araplar vardı. En pis, kötü işler onlara ihale ediliyordu. İkinci sırada Senegalliler vardı. Bunlar Rus çarının Kazaklarına benziyordu. Ayrı bir sınıf oluşturuyorlardı. Onların üzerinde Antilliler vardı. Antilliler Avrupalı sayılıyor, ancak Fransız subayların komutası altında bulunuyorlardı. Ordunun subay takımı tümüyle beyaz ve Fransız’dı. Diğerleri subayların emri altındaydı. Yaşadığı deneyim Fanon’u sarsmıştı. Cesaire’nin haklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Savaşın zencilerle bir ilgisi yoktu, askerlik dahi ırk ayrımına son veremiyordu. Kendini haklı bir davanın parçası göremiyordu.
Savaş bittikten sonra Fanon, Fransız devletinin savaş sırasında ordu saflarında savaşanlara tanıdığı bir haktan yararlanarak üniversite okumak için Martinik’ten ayrıldı. 1947 yılında Lyon Üniversitesi’ne kaydını yaptırarak tıp okumaya başladı. Aynı dönemde Fransız Fenomenoloji’sinin büyük ismi Merlau-Ponty’de bu üniversitenin felsefe bölümünde ders veriyordu. Sartre’ın ilk büyük yapıtı ‘Varlık ve Hiçlik’ savaş sırasında, Sartre direniş saflarında mücadele ederken yayınlanmıştı. De Beauovir Sartre’ın tuğla kalınlığındaki bu kitabı 2-3 ayda yazdığını söyleyecekti. Sartre’cı Varoluşçuluk Heidegger’in aksine Varoluşçuluğu karamsarlıktan, geçmişe yönelik bir melankoli olmaktan çıkartıyor kişiye Özgürlüğünün sorumluluğunu almaya davet ediyordu. Ama Sartre’ın yapıtları içinde Fanon’un asıl ilgisini çeken ‘Anti-semit ve Yahudi’ oldu. Sartre bu eserinde Yahudiliğin Yahudiler tarafından değil anti-semitler tarafından icat edildiğini söylüyecekti. 'Ben' kendim tarafımdan değil başkası nazarından ne olduğuna karar verilen Biriydim. Ve bu şekilde damgalanıyor ve ne olacağıma da başkaları karar veriyordu. Hegel için başkası, öteki öz bilinç edinmemin bir imkânı iken Sartre’a göre bir başkası ‘cehennemdi’.