Filler Çarpışırken
Anayasa Mahkemesi Can Atalay dosyası ile ilgili ikinci defa ihlal kararı verip hemen salıverilmesi ile ilgili kararını İstanbul 13.Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiğinde, en azından bu defa yerel mahkemenin yüksek mahkemenin kararına uyacağını ve Can Atalay’ı serbest bırakacağını düşünenler çıkmış ise eğer, onlar bu memlekette olan bitenler ile ilgili hiçbir şey bilmiyorlar demektir. Bu aşama da hızla geçilmişti ve yerel mahkeme böyle bir karar alabilecek güce, iradeye sahip olmadığını ve arada ezilmemek için dosyayı malum olduğu üzere tekrar Yargıtay 3.Ceza Dairesine göndermişti. Türkiye’de hala hukukun çalıştığına, mahkemelerin bağımsız ve tarafsız davranabildiğine inanan bir kısım yurttaş, umutla dairenin bu defa Anayasa Mahkemesi kararına artık uymasını ve Can Atalay’ı milletvekilliği görevini yapması için serbest bırakmasını boşuna bekledi. Çünkü Türkiye’de iktidar savaşları çok uzun bir süreden beri hukuk kullanılarak, mahkemeler bu işe alet edilerek yapılıyor. İktidar kliklerinin yargı gibi bir devletin en fazla korunması, üzerine en fazla hassasiyet gösterilmesi gerekli kuvvetini yıpratmamak, vatandaşlar gözünde değersizleştirmemek gibi bir derdi bulunmuyor. İktidarı muhafaza etmek veya ondan daha çok pay alabilmek için hukuk yerlerde sürünüyormuş kimin umurundaki. Tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca hukuk hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız olmadı ve her zaman bir ikili hukuk söz konusu oldu. Yargı normal davalarda adalet taleplerine cevap vermeye çalışırken rejimle ilgili meselelerde her zaman devletçi bir reflekse sahip oldu.
Ama soğuk savaşın bitmesi ile birlikte rejim sahiplerinin eskisi gibi tankları sokağa indirme veya muhtıra yayınlama devrinin de sonuna gelinmişti. Eski rejimin asıl sahibi olan ordu yargı üst bürokrasisi üzerinde kurduğu ağlar ile çok kolay sonuç alabiliyordu. 28 Şubat’ta tüm yargıçlar Genelkurmay’dan brifing almaya koşmuştu. Eşi türbanlı olan Gül’ün mecliste seçiminin engellenmesi için uyduruk 367 kararı çıkartılmıştı. Yargı geçmişte de aldığı utanç duyulacak kararlar ile güç odaklarına şaibeli gerekçeler tedarik etmişti. Ancak yargı savaşları asıl olarak cemaatin rejim içindeki ağırlığının artmasıyla başlamıştı. Kolluk ve Yargıda uzun süreye yayılmış titiz bir örgütlenmeye sahip olan cemaat AKP’nin önündeki güç odaklarını bu kritik mevkilerdeki gücü ile dağıtmış ve yaptığı işe hukuksal kılıflar bulmuştu. İdeolojik seferberlik vesayet odaklarının dağıtılması masalı ile sağlanırken cemaat yargısın aldığı siyasi kararlara son tahlilde yargı kararı olduğu için dokunulmazlık atfedilmişti. Türkiye’de mahkemeler ve hâkimler işlerini yapıyordu ve bağımsız yürütülmesi gereken işlere kimse burnunu sokmamalıydı. Çok az kimse işlerin bugün olduğu noktaya geleceğini ve şirazesinden çıkacağını söylemişti. Yokhükmünde kararlar ile Türkiye’nin demokratikleştiğine inanılıyordu.
Cemaat yargısının karşısına başı sıkışan AKP yargının diğer tüm bileşenlerini aynı çatı altında toplayarak çıktı. Yapılan seçimlerde cemaatin yargının nerdeyse yarısını kontrol edebildiği bir noktaya geldiği anlaşılmıştı. Ama cemaat bir siyasi parti desteğinden yoksun olduğundan tasfiyesi fazla güçlük çıkarmadı. 15 Temmuz bir kaldıraç vazifesi gördü ve cemaate ait tüm unsurlar hızlı bir biçimde devlet aygıtından tasfiye edildi. Herkes şimdi yargıya çeki düzen verileceğini, bağımsız ve tarafsız davranması için gerekli şartların hazırlanacağını ve devleti çöküş aşamasına getirmiş alışkanlıklardan vazgeçileceğini bekliyordu. Ama unutulan şey Türk devletinin siyaset pratiğinde hatalarından dönme, yanlışlarından öğrenme gibi bir huyunun olmadığıydı. Kriz zirveye ulaştığında hatalar gün yüzüne çıkar, bir daha aynı yanlışa düşülmeyeceğine dair bir kararlılık yakalanır, ancak kriz koşulları kaybolur kaybolmaz eski alışkanlıklar tekrar nükseder. Kör topal ayakta kalan, zulümle yönetmeyi alışkanlık edinen, kendini yenilemeyi yokluğu ile eşdeğer sayan bir zihniyetten bahsediyoruz. Sorunlara köklü çözümler üretmek yerine krizden beslenen, gücünü hasımları aleyhine kuralsızca genişleten, devleti tüm topluma ait bir organizasyon olarak görmek yerine özel mülkü gibi görmeyi tercih eden ve çeteciliğe özgü davranış kalıpları ile pratiklerini devlete taşıyan bir habitustan bahsediyoruz.
Böyle bir siyaset algısının ve devlet pratiğinin son tahlilde varacağı yer hukuka sadakat olmayacaktır. Hele özgün kriz koşullarının zoraki yan yana getirdiği devlet fraksiyonları düşünüldüğünde herkes gücünü azamileştirmeye, rakiplerinden gelecek hamleler karşısında korunaklı alanları çoğaltmaya ve nihai vuruşmada üstün çıkmak için sağlam pozisyonlar almaya çalışacaktır. Bunları yaparken kurumlar yıpranmış, anayasa ayaklar altına alınmış, vatandaşlar hukuksal güvenliklerinden endişe duymaya başlamış çok önemli değildir. Çünkü devlet modern niteliklerini kaybedeli çok olmuş ve hizip savaşlarının bir arenası haline gelmiştir. Görünüşte bir tek adam rejimi söz konusu olsa da tek adamın iktidarı devlet fraksiyonlarının karşılıklı onayına bağlıdır. Tarihsel ve güncel olarak aralarında derin husumetler, farklı yönelişler olan güçlerin birlikteliği pamuk ipliğine bağlıdır. Güncel çıkarları onları yan yana getirmekte ve uzun vadede iplerin bir yerde kopacağı hesabını yapmaktadırlar. Karşılıklı güvensizlik onları devlet aygıtı içinde her ne pahasına olursa olsun daha fazla güç biriktirmeye zorlamaktadır. Birbirlerine karşı kullanacakları kozları arşivlemekte ve yeri geldiğinde ortaya sürerek güçlerini yoklamakta ve yeni bir optimal denge yakalayarak şimdilik yola devam etmektedirler. Görünüşte hiçbiri devlete tek başına hâkim olacak bir güce sahip değil. Halkın onay ve rızasını tedarik işini Erdoğan yerine getirdiğinden güç dengelerinde bir adım öndedir. Ama bu rejim yarı-askeri bir rejimdir ve asıl güç sahipleri arka planda kalmayı tercih etmektedir. Her birinin siyasi partilere kadar uzanan kanalları ve işbirlikçi sermaye blokları vardır. Medyada kullanmaya elverişli aparatlara sahiptirler.
Yargıda işte bu güç savaşları içinde kritik bir yer tutuyor. Cemaatin yargıda yarattığı boşluk başka güçler tarafından dolduruldu. Hâkim ve yargıç sayısı üç katına çıkartıldı. Herhangi bir mesleki birikime, tecrübeye sahip olmayan kişiler bir anda kritik noktalara taşındı. İşlerin olağan devam etmesi halinde gelebilmeleri asla mümkün olmayacak yerlere adeta paraşütle indirildiler. Kendi birikim ve tecrübeleri ile sahip oldukları makamlara gelmedikleri için kendilerini oraya getiren güçlerin sözcüsü oldular. Tarafsız ve bağımsız olması gereken yargı şimdi bu güçler tarafından adeta parsellenmiş bulunuyor. Bahçeli’nin Erdoğan ile ilgili söylediği tüm sözlerin hikmetini de burada aramak gerekiyor. Cemaatin devletten tasfiyesini erkenden fark eden Bahçeli pozisyonunu 180 derece değiştirerek Erdoğan’ın ardına dizildi. Devletin kurduğu ve kimin genel başkan olacağına onun karar verdiği bir partinin bu keskin U dönüşünü Türkiye’nin iktidar ilişkilerini doğru okumadan fark edebilmek mümkün değildir. Erdoğan’ın ardına dizilen Bahçeli bu sayede taraftarlarını devletin başta yargı olmak üzere kritik tüm noktalarına yerleştirmeye başladı. Bahçeli Erdoğan’ı sınırlama ve kontrol etme görevini yerine getirirken aynı rolü millet ittifakı içinde Akşener yerine getirecekti. Türkeş’im oğlu ile Ümit Özdağ’ın bir milliyetçiler ligi hayali kurmaları mesnetsiz değil. Bunlar ayrı bir yazının konusu olsun diyerek şimdilik kapatalım.
Soylu’nun görevden alınması, Ali Yerlikaya’nın günaşırı operasyonları son tahlilde MHP’nin kolluktaki gücünü geriletmeye dönük manevralardır. Soylu döneminde bakanlıktaki MHP yoğunlaşması had safhaya varmıştı. Erdoğan yeni kabinesi ile devletin her yerine kendi has kadrolarını yerleştirmişti. Sinan Ateş davasında gelinen aşama ve en son basına sızdırılan bilirkişi raporu cinayetin bütün bağlantılarının MHP genel merkezine kadar uzandığını gösteriyor. Eski ve yeni ülkü ocakları başkanları bu işin tam göbeğinde yer alıyor. Erdoğan’ın tüm bunlardan günü gününe bilgilendirilmediğini düşünmek ahmaklık olacaktır. MHP ile ortaklık Erdoğan için Yakup Kadri’nin ‘zoraki diplomatlığı’nda olduğu gibi zorakidir, mecburiyettendir. Aynı şey Bahçeli için de öyledir. Anlaşılan o ki MHP Yargıtay’da güçlü bir nüfuza ulaşmış. 3.Ceza Dairesi’nin Can Atalay ile ilgili verdiği kararlar Bahçeli’nin ve Hukuk ve Seçim İşleri’nden sorumlu genel başkan yardımcısının kaleminden çıkmış gibidir. Erdoğan bu meydan okumanın kendisine karşı olduğunun ayrımındadır. Ama bu Erdoğan’ı sütten çıkmış bir ak kaşık asla yapmaz. Devlete hâkim olmaya çalışan ve birbirlerine karşı tarihsel husumetleri bulunan iki klik şimdi bir devlet krizi üzerinden karşı karşıya gelmişlerdir. Modern devlet nitelikleri çöpe gönderileli çok olduğu için işin bu kısmı çok da umurlarında değildir. Karşılıklı el yükselterek, meydan okuyarak krizi daha da derinleştirmekteler, ancak Gordion’un düğümünü çözecek esaslı bir failde ortalıkta gözükmemektedir. Filler çarpışmakta, hukuk yok olmakta, Can’ımız ise esaretine devam etmektedir.