Erdoğan'ın Coup D'eta'sı
Doğrusu Erdoğan en güçlü rakibini oyun dışına atmak için planladığı darbenin zamanlamasını iyi ayarlamıştı. Hesaplayamadığı tek şey kitlelerin gücüydü. Kimsenin sokaklara çıkmaya cesaret edemediği, çıkanların terörist diye yaftalanarak linçe maruz bırakıldığı bir yerde kitleler, siyasal mücadelenin kenarına itilmiş sadece seçim zamanı geldiğinde gidip oyunu kullanan pasif süjelere dönüşmüşlerdi. Muhteşem Gezi günleri gerilerde kalmıştı. Kitlelerin Türkiye’nin alanlarına, meydanlarına hâkim olduğu, zor aygıtlarının kitlelerin gücü karşısında kamusal mekânları terk etmek zorunda kaldığı günler hayal haline gelmişti. Bu sürede rejim değişmiş, iktidar devletin bütün kuvvetlerini tek bir elde birleştirmiş, sindirdiği muhalefet ise sokağa çıkmaya cesaret edemez hale gelmişti. Mitingler, açık hava toplantıları yapılmıyor değildi, ancak hiçbirisi iktidarın muhalefet için tayin ettiği sınırların ötesine taşamıyordu. Muhalefet iktidarın tayin ettiği sınırlarda politika yapmayı kabullendiği için kitleleri politikanın asli bir aktörü olmaktan çıkarıyor ve sadece birer seçmen olarak görüyordu. Seçimlere kadar sabırla beklemeleri gereken, vakti ve saati geldiğinde gidip ‘tıpış tıpış’ oy kullanacaktı ahali. Erdoğan’da kitleleri tıpkı muhalefetin gördüğü gözle görüyordu. Ne büyük yanıldılar değil mi?
Erdoğan gerçekleştireceği darbeyi gizlememişti. İstanbul’da CHP’nin ilçe belediyelerine yapılan operasyonlar asıl hedefin İmamoğlu olacağına dair bir kuşku bırakmıyordu. Metaforik bir dille bunu ifade bile etmişlerdi: ‘turpun büyüğü geliyordu’. Geriye böyle bir darbeyi tertiplemek için uygun koşulları hazırlamaya gelmişti sıra. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı oyun dışı bırakacak bir açılış ile başlayacak darbe CHP’ye kayyım ataması ile nihai hedefine ulaşmış olacaktı. Erdoğan en önemli rakibinden kurtulacak ve CHP’yi kayyım atayarak bitmeyecek bir tartışmanın içine sürükleyecekti. İlçe Belediyelerine yapılan kayyım atamaları sırasında CHP kitleleri harekete geçirememiş ve verilen tepkiler sınırlı kalmıştı. Protestolara katılım zayıf olmuş, sonuç verici olmaktan uzaklaşmış ve hala hukuk içinde bir çözüm peşinde koşan CHP kitleleri alanlara çekememişti. Protestoların cılızlığı iktidara hiç şüphesiz cesaret veriyordu. Birkaç gün katılım yüksek olur, ancak tıpkı diğerlerinde olduğu gibi kalabalıklar yorgun ve umutsuz düşerek evlerine dönerler diye hesap yapıyorlardı. CHP içindeki hizipleşmede hiç kuşkusuz iktidarın planları arasında yer alıyordu. Koltuğu sağlam olmayan, oturduğu koltukta tıpkı bir emanetçi gibi oturan bir genel başkan kayyım ile saf dışı bırakıldığında CHP içinde buna tepki duyacaklar kadar sevineceklerde olacaktı. Çünkü bu parti halef ve selef genel başkanlar ile iki büyük şehrin belediye başkanı arasında karpuz gibi ikiye yarılmıştı.
Erdoğan uluslararası koşullarında yapacağı darbe için elverişli olduğunu tahmin ediyordu. Trump ne Gazze ne de Suriye politikasında Erdoğan’ı tatmin edecek adımlar atmıyor olsa da Erdoğan Trump’ı doğrudan karşısına almaya cesaret edemiyordu. Trump ise Erdoğan’ı çok iyi tanıdığından ve neyin hoşuna gideceğini iyi bildiğinden hakkında iltifat dolu sözler ederek Erdoğan’ı kıvama getiriyordu. Türkiye Gazze politikasında denklem dışı bırakılmıştı. Trump Gazze’nin ilhakından bahsediyordu, ancak kendisini İslam dünyasının halifesi olarak gören Erdoğan’dan ses çıkmıyordu. Amerika’nın arabuluculuğunda Şara ile Abdi arasında imzalanan mutabakat metni de Türkiye için rahatsız ediciydi. Erdoğan tüm bu gelişmeler karşısında Trump’ı karşısına alacak laflar etmekten özenle kaçınıyordu. İktidar Gazze’ye ilişkin hiçbir somut adım atmaksızın ve hatta Hamas üzerindeki ağırlığını kullanarak örgütü uyumlu bir çerçeveyi kabullenmeye zorlayarak Trump’ın gözüne girmeye çalışıyordu. Suriye’de ise mutabakatın ABD devrede olmadan olmayacağını bilmesine karşılık ABD’ye tek bir laf etmeksizin bütün gücünü Şara üzerine yıkarak sonuç almayı hedefliyordu. Kısaca Erdoğan Trump’la yakınlaşarak hem içeride yapacağı alan temizliğinde ABD’nin sessiz kalmasını hedefliyor hem de bölgesel hedeflerinde ABD’ye rağmen bir şey yapamayacağını iyi bildiğinden ondan onay almayı hesaplıyordu.
Uluslararası ilişkilerin yeni mantığı da tüm bu hesapların yapılması için elverişliydi. Küreselleşme denilen malların, hizmetlerin ve sermayenin önündeki tüm çitlerin temizlenmesine dayalı bir düzenin sonuna gelinmişti. Küreselleşme süreçlerine eşlik eden ideolojik programda bu nedenlerle rafa kaldırılmıştı. Demokratikleşme, insan hakları ve özgür seçimler küreselleşme sürecine direnen ülkeleri dize getirebilmek için araçsallaştırılmıştı. Demokratikleşmenin, insan haklarının ve özgür seçimlerin olmadığı ülkelere sermaye girişlerinin de olmayacağı bir önceki dönemin mottosuydu. Küresel tedarik zincirlerinin koptuğu, ülkelerin içe kapandığı ve bölgeselleşme eğilimlerinin güçlendiği bir konjonktürde demokratikleşme, insan hakları ve özgür seçimler artık kimsenin de umurunda değildi. Trump bir gecede Rusya ile olan ilişkileri tümden değiştirmiş ve herkesi şaşkınlık içerisinde bırakmıştı. Putinizm son tahlilde bir diktatörlük demek değil miydi? Demek ki uluslararası ilişkilerde artık sadece çıkarlar söz konusuydu. ABD ikinci savaştan sonra kanatları altına aldığı Avrupa’yı bile güvencesiz bırakıyor ve NATO Macron’un uzun süre önce söylediği gibi ölümüne terk ediliyordu. Dolayısıyla Erdoğan at pazarlığına hazırlanırken Trump’a verecekleri karşısında iç politikada rahat hareket etme avantajı elde edeceğini iyi hesaplamıştı.
Demokratikleşme, insan hakları ve özgür seçimler bahsinde en fazla ses yükseltecek yer AB olabilirdi. Ama AB’de Erdoğan iyi tanımış ve onunla at pazarlığı yapmaktan kaçınmamıştı. Başta Suriyeliler olmak üzere dünyanın yoksullarının AB ülkelerine girişini engelleme konusunda Erdoğan ile AB liderliği iyi anlaşmıştı. Bir medeniyet ve demokrasi projesi olduğunu iddia eden AB kendini refah şovenizminin kollarına teslim etmişti. Trump’ın ABD’nin Ukrayna politikasını baştan aşağı değiştirmesi, Rusya’yı Çin’den uzaklaştırarak yanına çekmeye çalışması Avrupa’nın güvenliğini riskli hale getirmişti. İkinci savaştan beri savunmaya para harcamayan, güvenliğini ABD’ye emanet eden ve bir tek Fransa’nın nükleer silahlara sahip olabildiği Avrupa şimdi ortada kalmıştı. ABD korumasından yoksun kalacak bir Avrupa için Türkiye’nin değeri yükselecekti. Soros’un dediği gibi Türkiye’nin elindeki en değerli şey ordusuydu. Suriye’den gelen kaçak göçmen akışı azalırken ve Erdoğan için bir koz olmaktan artık çıkarken at pazarlığına meraklı Erdoğan eline bir başka koz geçiriyordu. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı Trump ile beraber artarken artık birliğin demokratikleşme, insan hakları ve özgür seçimler gibi hassasiyetleri de giderek körelecekti. Erdoğan doğrusu bunu da iyi hesaplamıştı.
Uluslararası koşulların kendisi açısından elverişli içerideki şartlarında lehine olduğunu hesaplayan Erdoğan karşısına çıkacak en güçlü rakipten kurtulmak için hesabını doğrusu iyi yapmış ve dersine iyi çalışmıştı. İçeride Kürtleri de yeni bir süreç başlatacağı beklentisi içine sokmayı başarmıştı. Kürtler 10 yıldan sonra karşılarına çıkan çözüm sürecini ellerinin tersiyle elbette itemezlerdi. En azından Rojava’nın bir statüye kavuşabilmesi için dahi olsa böylesi bir sürece angaje olmaktan başka bir alternatif önlerinde durmuyordu. Tıpkı Gezi olaylarında olduğu gibi ülkenin batısında başlayacak bir halk hareketine uzak duracaklar ve temkinli yaklaşacaklardı. Kuşkusuz Erdoğan bu stratejik hesaplamayı da yapmıştır. Ama gözden kaçırdıkları, hesaplayamadıkları, planlayamadıkları şey iktidarlarının fütursuz davranışları karşısında kitlelerin artık yeter deme noktasına gelmiş olmasıydı.