1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Erdoğan-İmralı heyeti görüşmesi
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Erdoğan-İmralı heyeti görüşmesi

A+A-

Erdoğan en sonunda İmralı heyeti ile görüştü. Görüşme için tercih edilen mekân Erdoğan’ın heyeti devletin başı olarak kabul ettiği mesajı ile yüklü. Mesajlar sadece yer tercihi ile de sınırlı değil.

DEM’in parti eş başkanlarının da heyetin içerisinde yer alması gerektiği yönündeki talebi saray katlarında anlaşılan kabul görmemiş. Yine Bahçeli’nin kamuoyu önünde iltifatlara boğduğu, ancak bir İçişleri Bakanlığı genelgesi ile yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk de heyete dâhil edilmemiş. 2013-2015 sürecini yürüten heyetten bir eksik olarak İmralı heyeti saraya çıkmış.

O eksik kişi o dönem HDP Grup başkan vekilliği de yapan İdris Baluken. Baluken sırf bu nedenle yaklaşık 5 yılı aşkın bir süre cezaevinde kaldı. Erdoğan heyeti MİT Başkanı ve AKP Genel Başkan Vekili Efgan Ala ile birlikte kabul etmiş. MİT Başkanı’nın varlığından İmralı da yürütülen sürecin MİT’in riyasetinde yürütüldüğünü anlamak mümkün. Ala bir önceki süreçte İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyordu. Ayrıca Dolmabahçe Deklarasyonunun okunması sırasında iktidar heyetinin içinde yer alıyordu.

DEM adına seçilen isimlerden ve kurumsal temsilden anlıyoruz ki Erdoğan’ın barışı yaygınlaştırmak ve topluma mal etmek gibi bir hedefi bulunmuyor. Erdoğan süreci doğrudan Öcalan ve onun en güvendiği isimler üzerinden kontrol etmek istiyor.

Bu konuda DEM’in kurumsal mekanizmasına bile ayar veriliyor. Görüşme sonrasında İmralı heyeti adına yapılan açıklamada gelecek adına umutlu olunduğuna ilişkin kısa bir mesaj yayınlandı. Heyetin görüşmeye bir talepler listesi ile gittiği yönünde basına yapılan sızdırmalar DEM parti sözcüsü tarafından doğrulanmadı. Ala ise yaptığı açıklamada fazla renk vermeksizin örgütün ay sonuna doğru kendisini feshetmesini beklediklerini söylemekle yetindi. Heyet haftaya Adalet Bakanı ile bir görüşme gerçekleştirecek ve muhtemeldir ki iktidarın atması gereken adımlar bir takvime bağlanacak. Bu görüşmeden sonra ise heyetin tekrar İmralı’ya gitmesi ve Öcalan’ı ziyaret etmesi bekleniyor. Olgusal düzeyde olup bitenler bunlar. Şimdi gelinen yerden sürecin bir okumasını ve geleceğe dönük bir değerlendirmesini yapalım.

Bilindiği gibi süreç Bahçeli’nin inisiyatif almasıyla başlamıştı. 1 Ekim günü ilk adımı atılan ve Bahçeli’nin 22 Ekim tarihinde yaptığı grup konuşması ile çıtanın en yükseğe yerleştirildiği süreç, karşılıklı niyet bildirimleri ile devam etmiş, ancak 8 Aralık tarihinde Suriye’de gerçekleşen rejim değişikliği ile birlikte bağlamına oturmuştu.

Bahçeli bölgesel denklemin baştan aşağıya değişeceğini önceden bilerek ve muhtemeldir ki devletin bir kanadının da onayı ile Türk-Kürt ilişkilerini yeni bir paradigmaya oturtmak için inisiyatif almış ve bir tür buzkıran rolü üstlenmişti. Barış süreçlerinde geçmişte barışa en fazla karşı çıkmış siyasi parti ve liderlerin inisiyatif alması Türkiye’ye mahsus bir durum değildi. Dünyada da buna benzer yığınlarca deneyim vardı. Barış esas olarak geçmişte barışa en sert biçimde karşı çıkmış siyasetlerin ikna olması sayesinde sonuca gidebilirdi.

Ama barış derken sakın kendimizi aldatmayalım. Bu süreç barıştan daha çok PKK’nin silahsızlandırılmasına ve kendisini lağvetmesine dönük beklentilerle ilerliyor. Tarihsel deneyimler göstermiştir ki barışa giden çatışmasızlık süreçlerinde silahlı şiddeti bir metodoloji olarak benimsemiş yapıların tasfiyesine sürecin en son aşamasında gelinir. Ancak Türkiye’ye özgü süreç en son yapılacak işi en başa alarak ilerliyor.

Çünkü silahlı şiddetin sona erdirilmesini ve buradan çatışmasızlığa doğru ilerlenmesini başlatan asal dinamik tarafların kendi niyetlerinden değil tümüyle kendilerine rağmen gelişen nesnellikten kaynaklanıyor.

Bahçeli önceliği Türkiye’nin iç dinamiklerine ve Türk-Kürt ilişkilerinin bir kez daha yenilenmesine veriyor. En son Türkgün gazetesinde çıkan seri yazılarında Bahçeli sadece DEM partisini değil memlekette siyasetle uğraşacak herkesi bir tür MHP’lileşmeye davet ediyor. Memlekette siyaset yapmanın asgari koşulu MHP çizgisine gönüllü kayıttan geçiyor Bahçeli’nin dünyasında. Bahçeli kardeşlik çağrısında bulunduğu muhataplarının tarihsel özgünlüklerinden, kardeşliğin berkitilmesine niçin ihtiyaç duyulduğundan, ihtiyacın hangi koşulların ürünü olduğundan habersiz ve muhataplarının asgari beklentilerini bile karşılamadan uzak bir yerden çağrıda bulunuyor. Aslında bu çağrı bir tür tanıma olmakla birlikte muhatabının bütün özgünlüklerini inkâr ediyor. Her şeyden önce muhatabıyla denkliği, eşitlenmeyi ve göz hizasından karşılıklı konuşmayı yok sayıyor. Buyurgan, muhatabını eşiti saymayan ve onun önüne sadece yapacağı ödevler dikte eden üstünlükçü bir yaklaşım bu. Bildiğimiz anlamda barış kavramının çok uzağında. Çünkü ancak birbirini denk, eşit kabul eden ve bundan sonraki ilişkilerini de bu düzeyde kurmaya karar vermiş taraflar gerçek bir barışın altına imza atabilir.

10 yıllık uzun bir tecritin ardından iletişim imkânları bir nebze artan Öcalan için önüne gelen böylesi bir fırsatı değerlendirmemek akıl karı olmayacaktı. Bölgesel denklem baştan aşağı değişmiş, Kürtleri yüzyıl boyunca statüsüzlüğe mahkum eden paradigma yıkılmaya başlamıştı. Kürtlerin sınırları içinde yaşadıkları her ülke ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya başlayacakları bir yere gelinmişti.

Türkiye en fazla Kürt nüfusunun yaşadığı, demokrasi deneyimi diğer bölge ülkelerine kıyasla en ileri seviyede olan, sınırları içindeki Kürt nüfusun ise sadece kendi kadim coğrafyasında değil ülkenin gelişmiş, sanayileşmiş ve hizmetler sektöründe ilerlemiş batı bölgelerinde de yoğun olarak bulundukları bir ülkeydi. Kürtlerin kendi hakları için en uzun süreli silahlı şiddeti ve isyanı başlattıkları bir ayrıcalığa da sahipti.

Ancak silahlı şiddet Kürtlerin varlığının inkârını ortadan kaldırmış, ancak haklarının anayasal düzeyde tanınmasına imkân sağlayamamıştı. Kürtlerin hakları için mücadele eden legal partiler her tür baskıya karşılık ayakta kalmasını başarmıştı. Baraj sorunu aşılmış, mecliste güçlü bir temsile ulaşılmış ve kadim coğrafyadaki yerel yönetimler kayyımlara rağmen ellerine geçmişti. Dolayısıyla Türkiye özelinde silahlı şiddet hedeflerine çoktan ulaşmıştı. İçine girilen yeni süreç bölgenin yeniden düzlenmesini, Kürtlerin artık tanınmasını, ancak Kürtlerinde tüm bu süreçlere yeniden uyum göstermesini gerektiriyordu. Siyaset yapacak araçlar çeşitlenmiş, her bölge için bu araçlardan bir veya birkaçını tercih noktasına getirmişti. O nedenle Öcalan için 27 Şubat çağrısını yapmak çok zor olmamıştı.

Yeni sürecin en zorlayacağı kişi hiç kuşkusuz Erdoğan’dı. Çünkü Erdoğan büyük bir barışın altına imza atarak tarihe geçmeye hevesli bir lider değildi. Erdoğan için demokrasi nasıl bir durakta binilecek ve hedeflerine ulaştıktan sonra bir başka istasyonda kolayca inilecek bir şey idiyse barışta tıpkı öyleydi. Barış onun iktidarına, siyasetine hizmet ettiği kadarıyla değerliydi. Hâlbuki Kürt meselesinin tarihsel derinliği, etkilediği coğrafyanın büyüklüğü ve ona el atan güçlerin çokluğu hesap edildiğinde gerçek bir barış Erdoğan’ın ufkuna asla sığamazdı. Siyasetini demokratik değerler ile beslemeyen hareketler eninde sonunda sırf iktidarlarını sürdürmek için var olma noktasına sürüklenir ve ülkelerinin başına bin türlü gaileler açarlar. Kürt sorununu bölge halklarını birbirine kırdırmadan, aralarındaki kardeşliği güçlendirerek çözmek ancak tam ve eksiksiz bir demokrasi ile mümkündür. Demokratik değerleri içselleştirememiş olanlar Kürt meselesine barış ve demokrasi gibi insanlık değerleri üzerinden değil kişisel siyasal ikballeri üzerinden tutunurlar. Hele Erdoğan gibi artık ülkeyi yönetmekte zorlanan, siyasi rakiplerini araçsallaşmış yargı ile tasfiyede bir an bile duraksamayan liderler için gerçek bir barış altlarındaki koltuğu tehlikeye atacağı için kaçınılması gereken bir girişimdir.

Gerçek bir barış tam kardeşlik koşullarında gelir. Tarafların şiddet ile sonuç alamayacaklarına inandıkları, pata durumunun artık herkesi temel insanlık nosyonundan uzaklaştırdığını anladıkları, barışın kazandıracak tek seçenek olduğuna kanaat getirdikleri ve şiddetin terbiye edici deneyimlerini bilince çıkardıkları bir büyük buluşmanın adıdır barış. Bölgesel şartların ve tarafların güncel siyasal çıkarlarının zorlaması ile barışa ulaşılamaz.

Muhatabının denkliğini, tam eşitliğini kabullenmeyen bir şeye barış denilemez. Son derece totaliter bir dünya görüşünü herkese dayatarak, Türkiye partisi olmanın ölçüsünü milliyetçi-faşist dokuz ışık doktrininin kabulüne zorlayarak ve bu çizginin dışında kalanları yerli ve milli saymayıp düşman ceza hukuku ile cezalandırarak bir ülkeye barışın geldiği görülmemiştir. Daha düne kadar DEM’liler kriminalize edilirken, kazandıkları belediyelere kayyımlar atanırken, siyasetçileri zindanlarda çürütülürken şimdi onları makbul sayıp yerlerine CHP’lileri getiren bir yerde ne barış ne de demokrasi olur. Gerçek bir barış gizli ajandalarla değil topluma mal edilerek, toplum ikna edilerek gelir.

Önceki ve Sonraki Yazılar