Dinsel Anti-Semitizmin Doğuşu (2)
Modern anti-semitizm de Roma’nın resmi dini haline geldikten sonra Hıristiyanlığın yaygınlaştıracağı anti-semitizm de kaynaklarını aynı yerden alıyordu. Anti-semitizm yaşanılan krize karşı hâkim güçlerin bir hedef şaşırtmasıydı. Her ikisi de gücünü bir günah keçisi bulma isteğinden alıyordu. Modern anti-semitizm için Yahudiler biyolojik farkı ifade ediyordu. Çoğunluğun içerisinde kılık ve kıyafetleri, uzun sakalları ile kolayca teşhis ediliyorlardı. Zaten çoğunluk ile birlikte yaşamıyorlar, getto denilen ve akşamları kapıları kapanan özel mahallelerine çekiliyorlardı. Cumartesi günü hiç çalışmıyorlar, bayramlarında oruç tutuyorlar, dışarıdan evliliğe yanaşmıyorlar ve erkek çocuklarını sünnet ediyorlardı. Belirli meslekleri yapmaları yasaktı. Modernlik dini düşünceyi geri plana attığı anda Yahudileri biyolojik olarak sınıflandırmaya başlamıştı.
Dinsel düşüncenin egemen olduğu modernlik öncesinde Yahudilerin günah keçisi sayılmaları dinsel fark üzerinden sağlanıyordu. Tektanrıcılığın kurucu halkı seçilmiş olduğuna inanıyor ve kendini herkesten üstün sayıyordu. Onlar Tanrı tarafından özel olarak seçilmiş ve başka kimselere nasip olmayan özel yetilerle donatılmışlardı. Yasanın, ahlakın, günah ve bağışlamanın, kefaretin, tanrısal akdin ve kurtuluşun tılsımı onlara verilmişti. Pagan dünyada inançlar birbirine tahammül edebilirdi. Çoktanrıcılık kendi inanışını bir başkasına zorla dayatmaya en azından kâğıt üzerinde imkân vermiyordu. Ancak tektanrıcılığın bu kurucu halkı paganları küçümsüyor ve hor görüyordu. İseviliğin ortaya çıkışı ile birlikte aralarında bir rekabetin baş göstermesi mukadderdi. Ancak bu rekabetin dinsel bir çatışmaya doğru evrilmesi çok özel şartların ürünü olacaktı. Yahudiye halkının dini olarak Yahudilik teolojik imkânları itibariyle herkese seslenmiyordu. Soy zinciri anne üzerinden ilerlediği için herkesin girişi mümkün değildi. Sünnet olarak inançlı bir Yahudi haline gelebilmek mümkündü, ancak bu da pagan bir dünyada kolay bir iş değildi. Yoksa toplu olarak Yahudiliği seçmiş kavimler ve krallıklar vardı.
Bugünkü Yemen’de kurulan ve MS 4.yüzyılın son çeyreğinden 6.yüzyılın ilk çeyreğine kadar yaklaşık 150 yıl hüküm sürmüş olan Himyar krallığı Yahudiliği seçmişti. Putperestlikten yani çoktanrıcılıktan Yahveciliğe geçmişlerdi. Üstelik komşusu olan Etiyopya krallığı Hıristiyanlığı seçmiş olmasına rağmen Yahudi kalmakta ısrar ettiler. Yine Kuzey Afrika topraklarında kraliçe Dihu el-Kahina’nın kurduğu devlette Yahudi inanışına sahipti. Bu devletin halkının Fenike ve Filisti’den geldiği iddia ediliyordu. Kahina kurduğu devletin topraklarını genişletmiş ve şimdiki Trablus’a kadar gelmişti. Berberilerin büyük tarihçisi İbni Haldun Kahina’ya ilgisiz kalamayacaktı. Ama daha ilginç olan yaklaşık dört yüzyıl ayakta kaldığına inanılan Hazar devletiydi. MS 13.yüzyılda Moğollar tarafından yıkılıncaya kadar Volga ile Dinyeper arsındaki topraklarda egemenlik kuracaklardı. Yahudiye’den binlerce fersah uzak olmalarına rağmen Yahudi inancı oralara kadar nasıl gitmişti?
Koestler büyük yankı uyandıran ve Siyonistlerin tarih paradigmasını alt üst edecek olan kitabında kayıp kavmin onlar olduğunu iddia edecek ve doğu Avrupa Yahudiliği’nin temellerine yerleştirecekti. Bu örneklerin hepsi Kitabı Mukaddes’teki köken mitolojisine ters düşüyordu. Birbirinden bu kadar uzak halklar tek bir yerden çıkmış ve çoğalmış olamazlardı. Yahudilik etnik bir inanış olarak konumlandırılamazdı. Başka halklarda Yahudi dinin de o an için işine gelen şeyler bulmuş ve bu inanışı benimsemişlerdi. Devletin idari kapasitesinin son derece düşük olduğu o dönemlerde devletin benimsediği dinde, ancak kraliyet ailesi, soylular, saray bürokrasisi ve savaşçı zümrelerce benimseniyordu. Devletin tüm halkının inancını değiştirebilmesi ve kendi tercihine ikna edebilmesi mümkün değildi.
Bu uzun parantezden sonra tekrar Yahudiliğin Hıristiyanlık tarafından günah keçisi ilan edilmesine ve dinsel anti-semitizm dediğimiz olgunun başlangıcına dönelim. Constantinus Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak ilan ettikten sonra iki din arasındaki temaslar doğal olarak doğu Akdeniz’de olacaktı. Roma’nın üç büyük şehri vardı ve bu üç şehirde de ciddi bir Yahudi nüfusu vardı. Roma şehri imparatorluğun idari başkentiydi ve buraya ilk andan beri Yahudi göçleri gerçekleşmişti. Roma İmparatorlarının bir kısmının eşleri Yahudiliği seçmişlerdi. Roma’nın beş büyük mahallesinden ikisinde Yahudilerin yaşıyordu. İskenderiye Makedon kralı İskender’in bizzat kurduğu kentti ve Helenistik düşüncenin merkezi olarak biliniyordu. Helen düşüncesi ile Yahudi felsefesi asıl olarak bu şehirde karşılaştı ve birbirinden etkilendi. Hıristiyanlığın tutunduğu ilk büyük Roma şehri ise Antakya’ydı. Selefkos krallarının da yaşadığı şehir olan Antakya antik dünya ölçülerine göre bile büyük bir nüfusa sahipti. Şehir Roma döneminde de ehemmiyetini korudu. Anadolu’nun büyük kısmı ile doğu Akdeniz’deki Roma egemenliği buradan yürütülüyordu.
Hıristiyanlığın asıl kurucusu sayılması gereken Pavlus’da ilk öğretilerini bu şehirde geliştirdi. Petrus ile meşhur tartışması burada gerçekleşti. Hıristiyanlığın ilk başkenti sayabileceğimiz Antakya’da yaşayan ve asıl adı Johannes olan Khrysostomos kilise de verdiği vaazlarında dinsel anti-semitizm dediğimiz olgunun ilk tohumlarını attı. Üslubu çok muhafazakâr olduğu gibi bütün ortaçağlar boyunca Yahudiliğe karşı kullanılacak donelerinde erken bir habercisiydi. Yahudiler her türlü ahlaksızlığa teşne oldukları gibi aziz Pavlus’un ‘şeytanın çocukları’ dediği de onlardan başkası değildi.
Khrysostomos Antakya’da ‘Yahudilere Karşı’ başlığı altında sekiz vaaz verdi. Kentte Selefkoslar döneminde paralı askerlik yapmak için gelmiş bir Yahudi cemaati de bulunuyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Paganlar şehirde bira arada yaşıyorlardı. Defne’de Yunan tanrısı Apollon adına yapılmış bir tapınak vardı. ‘Yahudilerin Tarihi’ kitabının yazarı Simon Schama Khrysostomos’u Yahudilere yönelik sosyal patolojinin kurucusu kabul eder. Yahudiler ilk defa tıbbın, hijyenin ve patolojinin dili ile yargılanır ve mahkûm edilirler. Bayramlarını kutlamak, yanyana gelmek günahtır. Onlar İsa’yı yani Tanrı’yı katletmiş ve iflah olmayacak bir günaha bulaşmışlardır. Onlar içlerine şeytan kaçmış bir milletti ve selamete erebilmeleri mümkün değildi. Khrysostomos İsa’nın evrensel mesajlarını yaymakla mükellef biri gibi değil adeta erken bir engizisyoncu gibi konuşuyordu. Ağzından sadece nefret ve kin damlıyordu. İki dine mensup insanlar arasına nefret tohumları serpiyordu. Dinsel fanatizm diyeceğimiz sadece kendi doğrularına inanan ve onu kutsallık halesi ile kuşatıp başka her şeyi mahkûm eden bir yerden veriyordu vaazlarını. Giderek parçalanan imparatorluğu ancak kör bir inançla ayakta tutabileceğine inanıyordu. Bunun için Tektanrıcılığın ilk biçimi olan Yahudiliğin tüm izlerinin kazınması gerekiyordu. Rahip Johannes Pavlus’un bir şakirdi olarak İsa’nın tanrının oğlu olduğunu kabul etmeyen doğu kiliselerine de ateş püskürüyordu. Khrysostomos ateşli vaazları nedeniyle uyarılmadığı gibi 398 yılında doğu Roma’nın daha o tarihte başkenti olan Konstantinopolis’e patrik olarak çağrıldı. Bu görevlendirme taltif edildiğini gösteriyordu. Şimdi anti-semitizmini çok daha etkili bir yerden yaygınlaştırma şansına sahip olacaktı. Patriklik tüm başpiskoposlukların başı olmak anlamına geliyordu. Muhatabı artık doğrudan doğruya Roma’daki papalıktı.
Rahip Johannes’in kin ve nefret yayan vaazlarını imparatorluk idaresinden bağımsız bir biçimde verebilmesi mümkün değildi. Demek ki hem Antakya’daki imparatorluk idarecileri hem de bizzat imparator bundan memnundu. Memnuniyetleri vaazların derlenip çoğaltılmasından da anlaşılıyor. Yahudiler için tarihte yeni bir sayfa açılmıştı. Artık her buhranda Hıristiyanların kolayca günah keçisi haline gelebilir ve nefretlerinin hedefi olabilirlerdi. Yahudiliğin tıbbın lisanı aracılığıyla hastalıklı bir inanış sayılmasının yolu bir kez döşenmişti. Veba 14.yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavurduğunda ve nüfusun %60’ını öldürdüğünde de sorumlular onlar sayılacaktı. Haklarında akılları şaşırtacak hikâyeler uydurulacaktı. Şehir sularına zehir döken onlardı. Bebekleri kaçırtıp yok edende onlardan başkası olamazdı. Akla gelebilecek tüm musibetlerden sorumluydular. İsa’nın evrensel mesajı kendi ötekisini içinden çıktığı toplulukta bulmuştu. Ne diyelim tarihin ironisi!