DEMOKRASİ ve SANDIK
Siyasi meşruiyetini kaybeden iktidarlar sandıkta kazanamayacaklarını anlamışlarsa, artık kaçınılmaz olarak hasımlarını darbe yoluyla oyunun dışına itmeye girişir. Demokratik rejimlerde iktidarlar meşruiyetlerini sandıktan alır. Sandık elbette demokrasinin tek ölçüsü değildir, ancak sandığın ortadan kaldırıldığı rejimlere de demokrasi denilemeyeceği aşikârdır. Krallıkla yönetilen devletlerde demokrasi olmaz. Krallıkla yönetilen ülkelerde veraset sistemi vardır. İktidar hanedanın dışına çıkmaz. Ya babadan en büyük oğula geçer eğer böyle birisi yoksa veya olanın ehliyet sorunları varsa hanedan içinden bir erkek kral yapılır. Modern ulus/devletler çağında iktidarlar meşruiyetlerini sandıktan alır. Tarihsel olan bu eğilim eskinin hanedanlıklarını ya devrimci bir yöntemle yıkıp ortadan kaldırır ya da eğer yıkımın şiddeti hafifse varlıklarını sembolik düzeye indirir.
O vakit demokrasiden ne anladığımızı ortaya koyalım onun sınıfsal olan doğasını unutmaksızın. Eğer bir devlet; a- seçimle gelen bir temsili hükümet tarafından yönetiliyorsa, b-bu hükümet yetişkinlerin neredeyse hepsinin içinde yer aldığı bir seçmen kitlesi tarafından seçiliyorsa, c-seçmenlerin her birinin oyu eşit ağırlığa sahipse yani imtiyazlı bir seçmen grubu yok ise, d- seçmenler devlet aygıtının baskısına uğramaksızın oylarını canlarının istediğine verebiliyorlarsa; burjuvazinin hâkimiyetine sürdürmek ve kapitalist üretim ilişkilerinin kalıcılığını sağlamak için kurulan bu düzeneğe burjuva demokrasisi demek mümkündür. Demokratik yönetim tarzının kesin bir tanımını yapabilmek çok zordur. Ancak asgari düzeyde de olsa demokrasi halkın temsili yönetimi ile özgür, genel ve eşit oy hakkını gerektirir. Bunlar da yetmez bir yönetimin demokratik olabilmesi için ifade, toplanma, örgütlenme ve basın hürriyetinin de olması gereklidir. Eğer bunlar ortadan kaldırılmış ise demokrasi eksiktir veya bir dönem söylendiği gibi ‘düşük yoğunluklu’dur.
Bu kazanımlar burjuva demokrasisi diyerek küçümsenmemelidir. Tarihsel olarak bu kazanımlar burjuvaziye rağmen edinilmiştir. Burjuvazi her yerde bu kazanımları vermemek, verdiklerini geri almak için direnmiştir. Çünkü burjuvazinin derdi soylulardan iktidarı geri almaktan ibaretti. Soylulara karşı halkı harekete geçirebilmek için demokratik yöntemlere ihtiyacı vardı. Halkı harekete geçirmeksizin soyluların iktidarına son veremezdi. Halkın harekete geçebilmesi için katılım kanallarının açılması gerekliydi. İfade özgürlüğü olmaksızın burjuvaziye hizmet edecek fikirler nasıl yaygınlaşacak, toplanma ve örgütlenme hakkı olmaksızın iktidarlarını teslim etmeyen soylulara karşı halk sınıfları nasıl harekete geçirilecek ve basın hürriyet olmaksızın soyut eşitlik tasavvuru nasıl bir ön kabul haline gelecekti. Burjuvazinin bir sınıf olarak iktidara gelebilmesi için bu türden demokratik yöntemlere ihtiyacı vardı.
Ancak burjuvazi hâkimiyetini sağlamlaştırdıktan sonra kendi harekete geçirdiği güçlerden rahatsızlık duymaya başladı. Genel oy hakkının eksiksiz bir biçimde tanınması için daha yapılacak çok iş vardı. Çünkü burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdığı an bir başka güçle karşılaştı. O güç kendisini en somut biçimde 1848 ihtilallerinde gösterdi. Almanya ve Fransa işçi sınıfı ayaklanmaları ile sallanırken doğu Avrupa’da halk sınıflarına dayalı demokratik ulus hareketleri ortaya çıkmıştı. İhtilaller burjuvaziyi gericileştirmeye ve bir dönem ağzına pelesenk ettiği hakları budamaya yöneltti. Burjuvazinin şafağında doğmuş demokratik hakları savunmak şimdi burjuvazi tarafından sömürülen sınıfların omuzlarına yıkılmıştı. Artık bu haklar burjuvazi ile özdeşleşmekten kurtuluyor ve topluma mal oluyordu. Burjuvazinin demokratik haklara olan ilgisi geçici ve araçsaldı. İfade, toplanma, örgütlenme ve basın hürriyetine en çok toplumun çoğunluğunun ihtiyacı vardı. Çünkü demokrasi etimolojisi gereği azınlığın değil çoğunluğun rejimiydi. Burjuvazi hâkimiyetini sağlamlaştırdıkça ve kapitalist ilişkiler eskinin ilişkilerinin yerini aldıkça emeği ile hayatlarını sürdürenler, çalışanlar toplumda çoğunluk haline geliyor ve sömürücü sınıflar azınlığa düşüyordu.
Burjuva demokrasilerine ulaşılması tek bir kanaldan olmamıştır. Kapitalizm ile demokrasi arasında içsel bir bağdan söz edebilmek de mümkün değildir. Ancak eski Yunan’ı dışarıda bıraktığımızda demokrasi kapitalizmden önce hiçbir yerde ortaya çıkmamıştı. Bugün demokrasiden bahsedeceğimiz yerler yine de gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Bu da içsel bir bağ olmasa da kapitalizm ile demokrasi arasında bazı yakınlıklar olduğunu gösteriyor. Bu yakınlığın ilki burjuva demokrasilerinin kitlelerin eseri olmasıdır. Eğer kitleler harekete geçirilmiş olmasaydı burjuva demokrasisine ulaşılmazdı. Ancak genel oy hakkı bu kitle mücadelelerinden çok sonra edinilmiştir. İşçi sınıfı mücadeleleri burjuvaziyi reform yapmaya mecbur bırakmış ise de özellikle batıda genel oy hakkının yerleşmesi bu reformların bir ürünü olmamıştır. Sendikal haklar, sosyal sigorta hakkı gibi işçi sınıfını sisteme içerici haklar çok önden gitmiş, ama genel oy hakkının yerleşmesi çok sonra olmuştur. Kapitalizm ile demokrasi arasındaki asıl yakınsama Therborn’un da altını özellikle çizdiği gibi ‘kapitalizmin kişilerden soyutlanabilen tek sistem olmasındadır.’
Kapitalizm öncesi tüm egemenlik biçimleri şahsi ve somuttu. Daha açık bir söyleyişle hâkimiyet siyasal düzeyde kuruluyordu. Kapitalizm ile birlikte hâkimiyet siyasal düzeyden hukuken bireylerin birbirine eşitlendiği piyasaya aktarıldı. Kapitalizmde hâkimiyet bir bütün olarak sermaye sınıfına aittir. Kişisel diktatörlükler dahi sermaye sınıfının verdiği destek veya onay sayesinde ayakta durabilir. Kapitalizm ile birlikte hâkimiyetin doğasının değişmesi, kişisel olmaktan çıkıp soyutlanması, birbiriyle rekabet eden güçleri harekete geçirmesi ve bu rekabetin kurallara bağlanmış olması yine sermayenin kendi içinde hiziplere bölünmesi ve tüm bunların bir demokratik rekabete evirilmesi. Tüm bunlar kapitalizm ile demokrasi arasındaki yakınsamaya delalet ediyor.
Kapitalizm ile demokrasi arasında yakınsamalar olmakla beraber tarih sermaye sınıfının kendi çıkarları için demokrasiden vazgeçebildiği anlara da tanıklık ediyor. Lenin’in de dediği gibi burjuvazi için en ideal yönetim biçimi bir ‘demokratik cumhuriyettir’. Başta genel oy hakkı olmak üzere tüm demokratik haklar böylesi bir cumhuriyette güvence altına alınmıştır. Sermayenin yalnızca üretimden kaynaklı egemenliği devrededir. Sömürü ortadan kaldırılmış değildir. Ancak işçi sınıfının demokratik hakları sınırsızca kullanabileceği bir durum vardır. Yine Lenin’in söylediği gibi işçi sınıfı demokrasi okulunda eğitilmeden iktidarı alamaz. Kapitalizmin krizlere açık yapısı, krize girdiği anlarda ilk önce demokratik hakları budaması demokratik cumhuriyeti bir süreli durum haline getiremez. Dolayısıyla sermaye hâkimiyeti ile demokrasi arasındaki yakınsamalar tarihsel değil konjonktürel, kalıcı değil geçicidir.
Kapitalist devletleri asıl ayakta tutan ve onlara siyasal düzeyde meşruiyetlerini veren şey genel oy hakkı ile seçimlerin adil, dürüst ve tarafsız bir biçimde cereyan ediyor olmasıdır. İkinci dünya savaşı ile birlikte kapitalist dünya genel oy hakkını bir norm haline getirebildi. Daha evvel mülk sahipleri ile belli bir düzeyin üzerinde vergi verebilen erkekler oy hakkına sahiplerdi. Mücadeleler sonucunda hakkın kapsama alanı sürekli genişledi. Kadınların bu haktan yararlanabilmesi çok zaman aldı. Uygar olduğunu iddia eden ülkeler bile kadınlara bu hakkı çok geç tanıdı. Amerika’da medeni haklar yerleşinceye kadar zencilerin oy hakkı kısıtlı idi. Genel oy hakkı bir kez yerleştikten ve iktidarların sandıkla değişeceği bir kez kabul edildikten sonra sandık ile demokrasi arasında bir daha kopartılamaz bir bağ kuruldu. Sandığa yönelik her müdahale, seçimlerin eşit, dürüst, tarafsız ve adil olmasını askıya alan her girişim sonuçsuz kaldı. Sandığı askıya alan rejimler demokrasi olmaktan çıktı. Bunu yapan iktidarlar var olmaya devam ettilerse de artık halk katında meşruiyetleri ortadan kalkmıştı.