Davutoğlu Üzerine!
Davutoğlu müktesebatındaki bütün savrukluklara rağmen kuşkusuz Türkiye İslamcılığının yetiştirdiği en donanımlı entelektüellerden birisidir. Erdoğan'ın yakın çevresinde sonradan bilgiye ihanet ettiklerini kabul edeceğimiz simalar olmakla birlikte hiçbirisi bu anlamda Davutoğlu'yla mukayese dahi götürmez. Çelik'lerin, Akdoğan'ların hali pür melali yeterince ortada. Kalın ise kendini zaman zaman folklorik malzemeye müracaat ederek masumlaştırmaya çalışsa da saray düzeninin en merkezi aktörlerinden biri olduğu malumdur.
AKP'nin dış politikada sözde ' yumuşak gücü ' kullandığı yıllarda liberal intelijensiyanın gözünde Davutoğlu bir Kissinger'di. Diplomasinin hem teorisini hem de pratiğini yapmak konusundaki yeteneklerini vurgulamak niyetiyle yapılıyordu bu benzetme. Musevi kökenli Dışişleri Bakanı Henry Kissenger ABD diplomasisine damga vurmuş en önemli şahsiyetdir. Hem ABD diplomasisinde hem de uluslararası politikada adıyla anılan bir ekolünde kurucusudur. Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerle Çin arasındaki gerilimi tırmandırmak suretiyle iki güç arasındaki olası ittifakı sabote etmesi en bilinen marifetidir. ABD ile Çin arasında kesilen ilişkileri yeniden başlatmak da onun döneminde gerçekleşmiştir. Kissenger diğer yandan Amerika'nın arka planda olduğu pek çok darbenin de senaristlerdendir.
Davutoğlu'na yeniden dönecek olursak; Kissenger düzeyinde bir diplomasi ' gurusu ' olmadığını söyleyebiliriz. Türkiye'nin liberallerinin söylemi her zaman abartılıydı. Toplumsal karşılıkları çok zayıf olduğundan açıklarını abartılı bir jargonla telafi ediyorlardı. Davutoğlu Türk dış politikasına yeni bir paradigma öneriyordu. Cumhuriyetin geleneksel dış politikası pasif ve ürkekti adeta soğuk savaş dönemine çıpalanmıştı. Arap baharı Davutoğlu'nun neo/osmanlıcı hayallerini hayata geçirebilmek için altın bir fırsat sunuyordu. Ama Arap Baharını bir Müslüman Kardeşler baharına dönüştürme arzusunu tek başına Davutoğlu'na mal etmeye çalışırsak hocaya haksızlık yapmış oluruz. Türkiye'nin sağ iktidarları da fırsat buldukları anlarda Ortadoğu'da liderlik hevesine kapılmışlardı. Menderes'in Suriye'ye ilişkin yayılmacı niyetleri olduğunu titiz araştırmacılar ispatlamıştır. Özal için dış politika zaten bir kumardı. Tüccar mantığını devlet aklına hakim kılma çabasındaydı.
Davutoğlu'nun herkesten farkı bu niyetleri bir paradigma düzeyine yükseltmesi ve doktrin haline getirmesiydi. Okuması kuramsal, tarihsel, diplomatik açıdan ne kadar zengin kaynaklara dayanırsa dayansın realist değil ideolojikti. Hoca kendini Türkiye İslamcılığı'nın gerçekten hocası görüyordu. Erdoğan'a karşı verdiği mücadelenin motivasyonunun hocalığın getirdiği zırhtan ve içinden geldiği siyasi geleneğe karşı hissettiği kibirden kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Hoca kendisiyle beraber olanları erdemli statüsüne dahil ederken, Erdoğan'la beraber olanları tahkir eden bir üslupla neredeyse düşkünleşmekle suçluyor. Söylemin de ahlaki vurgular hep ön plana çıkıyor. Bu bahse yeri geldiğinde devam edeceğiz.
Erbakan'da bir hocaydı hem de bilimsel rüşdünü Batılılara dahi ispatlamış derecede , ancak o Türkiye İslamcılığının çocuksu hayallerle yüklü ergenlik yıllarına karşılık düşüyordu. Tabanıyla arasındaki ilişki çoban/sürü ilişkisiydi. Devlet yöneticilerine yönelik nasihatlerle dolu şark siyasetnamelerinde onlara sürekli iyi bir çoban olmanın vasıfları anlatılır. Erbakan Cumhuriyet tarafından siyasetin kenarına itilmiş, toplumsal gururu örselenmiş, kamusal yaşama arkaik addedildiği için utangaçca çıkabilen Türkiye İslamcılığı'nın tüm semptomlarını üzerinde taşımakla birlikte aynı zamanda bir özgüven kaynağıydı da. İTÜ'ye birincilikle girip birincilikle mezun olması, çok erken aldığı profesörlük ünvanı, Almanların onun yeteneğine yönelik laflarının menkıbeleştirilmesi hep bu kompleksin dışa vurumuydu.
Davutoğlu ise iktidar olmuş ve hatta iktidarını konsolide etmiş ve yakın vadede de siyasi rakibi olmayan Türk İslamcılığı'nın hocasıydı. Çok uzun yıllar bu harekete nitelikli kadro yetiştirmeye kendini vakfetti. Bilim ve Sanat Vakfı'nın kuruluşuna öncülük yaptı. Erdoğan'ın kapısına kilit vurdurduğu Şehir Üniversitesi'de onun hayallerinin ürünüydü. Amacı Doğu ve Batı irfanına aynı anda sahip olacak nesiller yetiştirmekti. Erbakan ufku kasaba ile sınırlı siyasetçi esnafı yetiştirirken hocanın önceliği entelektüel birikimi de olan bir siyasetçi kuşağını hazırlamaktı. Hocanın hayalleri ile AKP'nin öncelikleri arasında derin bir uçurumun oluşması bu anlamda sürpriz değildi. Hoca şimdilerde yaşadığı derin travmayı kendini mazlumlaştırarak aşmaya çalışıyor. Kutsal mazlumluk Türk İslamcılığı'nın siyasi bilinçaltıdır. Zalimliği ile hiçbir zaman açıkça yüzleşemez. Haksızlığa uğrayan, gadre maruz bırakılan, komplolarla karşılaşan hep kendisidir.
Kutsal mazlumluk Türk İslamcılığı'nı boydan boya kat eder. Herkes bir şeylerin mağdurudur. Bu söylem basit bir iktidar tekniği değildir. Erdoğan vesayetçi güçlerin, ne istedilerse vermedik dediği kardeşlerinin, uluslararası komploların, siyonist lobilerin mağduruyken, Davutoğlu'da Erdoğan ve etrafındaki kifayetsizlerin mağdurudur. Erdoğan ve avenesi yüz yıllık birikime ihanet etmiştir, dünya malı ile zehirlenmişlerdir. Erdemliler, AKP liderliğinden tasfiye edilmiş kifayetsiz muhterisler, sonradan görmeler, Soylu gibiler hareketi amacından saptırmıştır.
Hoca ne kendini sorguluyor ne de ayrıldıklarının politikalarını köktenci biçimde eleştiriyor. Onu dinlediğimizde elimizde kalan sadece temiz siyaset vurgusu. AKP dönemini kapatıp yeni bir dönemi açmak için temiz siyaset olmazsa olmaz, ama tek başına yeterli hiç değil. Peker'in dahi Kürt/Türk ilişkilerini sorguladığı, özeleştiri verdiği, eşit yurttaşlıktan bahsettiği bir yerde Hoca'dan beklentilerimizin olması haksızlık mı diyerek bitirelim.