CUMALİ'nin nam-ı diğer ‘ ÇARŞAF ‘ın ardından
Son 40 yıl içinde Türkiye'nin kırları köklü bir dönüşüm geçirdi. Birbirinden yalıtık bir hayat süren kırlar manzarası baştan aşağı değişti. Şimdilerde teknolojinin girmediği, piyasa dinamiklerinin içine çekilmemiş herhangi bir parçası kalmamıştır herhalde. Bu son 40 yıl kır kent dengelerini tersine çevirdi. Nüfusun ağırlıklı bölümü kırlarda ikamet ederken son büyük şehir yasalarıyla beraber nüfusun neredeyse çok küçük bir azınlığı köy statüsüne sahip yerleşkelerde yaşıyor. Eskinin köyleri merkezi ve yerel idarelerin her gün artan müdahaleleriyle mahallelere dönüştürüldü. En kuytu yerler dahi fiber optik şebekelerle önce ulusala sonra da dünyaya entegre edildi. 2000'li yılların başında dünya kentlerinin nüfusu ilk defa kırların nüfusunun önüne geçti. Bu gelişme dünyanın yaşadığı en önemli demografik değişimlerden biri anlamına geliyor.
Türkiye'de de kır nüfusu yüzde yirmi beşlerin altına kadar geriletildi. Tarıma devlet desteğinin çekilmesi, tarımsal ürünlerin devlet tarafından sübvanse edilmesinden vaz geçilmesi, çok uluslu şirketlerin sınırsız bir biçimde tarıma el atması, yerli tohumculuğa son verilmesi köyleri kendine yeterli birimler olmaktan çıkardı ve insanlar hayatlarını kazanabilmek için kentlere gitmek zorunda kaldılar. Kırdaki yaşam her açıdan piyasanın içine çekildi. Hane halklarının geçimlik üretimleri ortadan kaldırıldı ve her şey metalaştırıldı. Dayanışmacı ilişkiler yerini bencilliğe terk etti. Köylünün geleneksel üretimini ve yeniden üretimini sağlayan imece ekonomisi tümüyle ortadan kaldırıldı. Kırlarda yaşayanlar hayatlarını artık geleneksel ilişkiler içinde üretmekte zorlandıkları için kendilerini kentlere atarken kentli orta sınıf içinde şehrin anomisinden kurtulmak isteyen dar bir kesim kırların yeni sakinleri oldular.
Kendimi bu konuda şanslı sayanlardan birisiyim. Çünkü kırların nispeten de olsa kent tarafından istila edilmediği, piyasa dinamikleri tarafından tümüyle içerilmediği, dayanışma ekonomisinin piyasaya rağmen varlığını idame ettirebildiği son kuşağa mensubum. Köyün hem sıcaklığını hem de darlığını iliklerine kadar yaşamış birisiyim. Kurtulduktan sonra da beni sarıp sarmalayan sıcaklığını üzerimden bir türlü atamadım. Şerif Mardin'in Osmanlı kentinin en önemli sosyolojik karakteristiği olarak anlattığı mahalle kültürünü de yoğun biçimde deneyimleyenlerdenim. Hane halklarının geçimlik yeniden üretimleri için yapılacak bir yığın iş mahalleli tarafından ortaklaşa yapılırdı. Ekmek, peynir, zeytin ve konserve yapımı mahalleli kadınlar tarafından imece usulü hayata geçirilirdi. Hayatın yeniden üretiminin konusunu oluşturacak başlıklar henüz piyasa aracılığıyla sağlanmıyordu. Yeniden üretimin bu şekilde ikamesi dayanışmacı ilişkileri sağlamlaştırıyordu. Kişinin kendi edinimleri de bu toplumsallık üzerinden sağlanıyordu. Karakter oluşumu bencilliği değil diğerkamlı olmayı özendiriyordu. Bireyselliği edinmek için sizi kuşatan çeperi kırmanız ve arayışlarınızı mantıksal sonuçlarına götürmeniz gerekiyordu. Neticede insanı boğan ve iç sıkıntıları derinleştiren yanları da vardı.
Bütün bunları geçmişe pastoral bir özlem duyan romantizm heveslisi birisi olarak yazmadım. Romantizm kapitalizme karşı daha çok sanatsal, estetik bir tepki olarak 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı. Romantikler kapitalizmin her şeyi metalaştıran mantığı karşısında bunun olmadığı bir geçmişe sığınıyorlardı. Kapitalizm büyük bir gürültü ile üzerilerine doğru gelirken daha sade bir hayata özlem duyuyorlardı. Kapitalizmin doğayı tahribi, yarattığı bencil birey karşısında dehşete düşüyorlardı. Kapitalizme karşı ortaya çıkan romantik tepkinin iki uğrağı vardı birisi kır cemaatlerini yüceltip geçmişe sığınırken diğeri kapitalizmin meta mantığının işlemediği komünvari bir yaşama özlem duyuyordu. Neticede iki varyantta koşulsuz bir ilerlemeye karşı tavır alıyordu. İlerlemenin içinde yıkıcı dinamikler taşıyan çok veçheli bir süreç olduğu konusunda bizi uyarıyorlardı. Modernliğin tüm okumaları romantizmi gerici bir tepki olarak kodladı. Tarihsel akışa karşı çıkılması, geçmişe özlem duyulması gericilikten başka bir şey değildi. İlerleme ideolojisi iki savaş ile birlikte eski kuvvetini kaybetmiş olsa da çoğunluk yine de gelecek güzel günlere inanmaya devam ediyor. Bu inancın altında da bir ütopik uğraktan ziyade tekno-determinist bakış açısının sürükleyiciliği var.
Cumali'nin ölümünü duyduğumda dünyanın soğuduğunu ve içimin buz kestiğini hissettim. Onun varlığını bilmek geçmişin bir yerde var olmaya devam ettiği anlamına geliyordu. Yokluğu artık bizi sarıp sarmalayacak bir geçmişin de kalmadığını hatırlatıyor. O divane haliyle tecimin, paranın, değiş tokuşun bulunmadığı bir hayatın son mümessillerindendi. Kardeşi Hasan ile birlikte aynı mahallede, iç içe geçmiş evlerde hep beraber büyüdük. Sevgilisi, talibi, ' isteyeni ' olmayan köy kızları Cumali'nin kendilerine ' dolanması ' halinde isteklilerinin, taliplerinin çoğalacağını düşünürlerdi. İffetlerine toz kondurmayanlar Cumali ile bu tür şakalar yapmaktan çekinmezlerdi. Bilirlerdi ki Cumali saflığın en saf haliydi. En son gördüğümde bitkindi ve haftada iki gün diyalize gidiyordu. Bakımsız gövdesi diyalizin etkisiyle daha da güçsüzleşmişti. Onu kaybetmek bir dönemin, bir anın ebediyen kaybolması anlamına geliyor benim için. O nedenle belki de dünya bu kadar soğuk geliyor. Dünyanın kırlarının altındaki toprak her zamankinden daha fazla kayarken, onun geçmişte kalmış ıssızlığına şimdi bizim kalabalıklar içindeki ıssızlığımız eşlik ediyor.