CHP'nin Vizyon Belgesi (4)
‘ Krizin etkilediği kırılgan kesimler ‘ , ‘ yoksulluk dezavantajlı kesimleri vuruyor ‘. Vizyon konuşmalarında krizden, etkilerinden ve yoksullaşmadan bahsedilirken kullanılan ifadeler bunlar. Bu neoliberal yönetişim dili ilk defa IMF, Dünya Bankası ve OECD metinlerinde karşımıza çıkmıştı. Bu dil oldukça teknik olup siyasete kapalıdır. Bu yönlerini inandırıcılığının, kabul edilirliğinin, tartışılmazlığının ölçüsü sayar. Yönetişimin dünyasında sınıflara yer yoktur. Sınıflar değil yoksulluklarıyla uğraşılması gerekli dezavantajlı kümeler vardır. Krizin dibe doğru ittiği, onurlu bir hayat sürmekten yoksun bırakılmış kırılgan kitleler vardır. Örneğin yönetişimde cisimleşen zihniyete göre dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi olan Bangladeş’in yoksulluğunun en önemli nedenlerinden ilki kadınların ucuz kredilere ulaşmaktan yoksun oluşlarıdır. Kadınlar ucuz krediye ulaştıklarında yaratıcı emekleri harekete geçecek ve bir girişimciye dönüşeceklerdir. Bu nedenle Dünya Bankası kadınlara öncelik tanıyan mikro-kredi uygulamaları için Bangladeş’i pilot bölge seçmişti. Halbuki dünyanın ünlü spor markaları emek/gücünün ucuzluğu ve uysallığı nedeniyle üretimlerini Bangladeş’e kaydıralı yıllar olmuştu. Yönetişim dilinde bu tür uygulamalardan sanki bir faziletmiş gibi bahsedilir. Amaç yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldırmak değil, kaldırmak için çaba harcanıyor izlenimi vermektir. Hatta mikro-kredinin mucidi Bengalliye Nobel ödülü bile verdiler.
Dört saati bulan sunumda emek ve emeğin dünyası kerteriz alınmamıştır. Gençlerden, kadınlardan, genç girişimcilerden, müteşebbislerden bahsedilmiş emek sosyal politikanın alanına itilmiştir. Emek yeni bir dünyanın kurucusu değil yoksulluğun konusu olarak vizyonda yer alabilmiş. Emeğin örgütlü gücü sendikalara ise bir kez o da geçerken değinildi. Konuşmalarda ücretli kesimin yüzde altmış beşinin asgari ücrete yakın veya hemen üstünde bir rakamla çalıştığı bilgisi paylaşıldı. DİSK verilerini esas alacak olursak asgari ücret ile açlık sınırı geliri neredeyse atbaşı gidiyor. Demek ki Türkiye toplumunun üçte ikisine yakın bir bölümü açlık sınırının eşiğinde veya hemen üstünde bir hayat sürüyor. Sayıları on iki milyonu bulan emekli nüfusun manzarası da çok farklı değil. Bir de EYT sorunu var ki seçim öncesinde bunu çözmenin derdine düşmüş iktidarı bütçeye getireceği maliyet kara kara düşündürüyor. Şu bahsedilen manzaradan Türkiye toplumunun derin bir yoksullaşmanın girdabında bulunduğu sonucundan başka birşey çıkmıyor.
Toplumun büyük bölümü ücretli emeğin içine çekilmiş, bu emeğin büyük bölümü de yoksulluğun kıyısında bir hayata mahkum iken vizyon konuşmaları bu dramatik hali değil sermayenin ufkunu veri kabul ediyor. OSB’lerden, yenilenebilir enerjiden, yeşil ekonomiden, çevre dostu ürünlerden bahsediliyor, ama tüm bunların üreticisi olan sınıfın adı sahneye çağrılmıyor. Çünkü emek her yerden dışlanmış, toplumsal yaşamı ayakta tutan güce gözler kapanmış. Emek ve dünyası siyasetin değil sosyal politikanın konusudur artık. Sosyal politika ise emek ile sermayeye güçleri eşit taraflar gibi yaklaşır. Büyüme için birlikte, hep beraber çalışmak gereklidir. Sosyal politika tarafları uzlaşma ve anlaşmaya davet eder. Kriz en önce yoksulları vurup onları daha dibe doğru itelerken sosyal politika sürdürülebilir bir yoksulluğu kaygı edinir. Toplum bir yoksullar denizi haline gelirken palyatif önlemlerle çaresinin bulunduğu müjdelenir. Türkiye’nin yıllar evvel altına imza attığı, sermayenin çıkarlarına halel getirdiği için de uygulamaktan kaçındığı ‘ aile destekleri sigortası ‘ derin yoksulluğun ilacı gibi sunulur. Yoksul Bengalliler mikro-kredilerle bizdekiler aile destekleri ile ihya olacak.
Oysa sosyal demokrasi bölüşüm ilişkilerinde emek-gücünden yana taraftır. Dünyaya emeğin gözünden bakar. Emeğin sermayeyle ilişkisinde güçsüz ve zayıf yan olduğunun bilgisiyle davranır. Toplumsal eşitsizliklerin kötü yönetişimden değil sistemin doğasından kaynaklandığı konusunda tereddütü yoktur. Sistemin yarattığı eşitsizlikler, ancak emeğin örgütlülüğü ve sosyal devletin güçlü yaptırımları ile törpülenebilir. Sosyal demokrasi sermayenin anlık çıkarlarına odaklanacağı, toplumsal kaygılar taşımayacağını bildiğinden bütün bu eksikliklerin kamunun güçlü iradesi ile düzeltebileceğini düşünür.
CHP kağıt üzerinde ve kadroları düzeyinde sosyal demokrat olduğunu iddia eder. Partinin iki güçlü referansı vardır. Hatipler kürsüde partinin kuvayı milliyeci ve sosyal demokrat geçmişine güçlü göndermelerde bulunur. Parti tarihinde gurur duyulacak, öğülünecek, tarihsel olarak kerteriz alınacak düğüm noktalarının bunlar olduğunun altı çizilir. Siyaset bilim ölçüleriyle partinin sosyal demokrat olup olmadığını ölçmenin yeri burası değil. Ancak özellikle yetmişli yıllarla, SHP döneminde bu yönde güçlü bir iradenin var olduğunu teslim edelim.
CHP’de tüm dünyada olduğu gibi sosyal demokrasinin krizini yaşıyor. Neo-Liberalizm kapitalizm içinde başka tüm seçenekleri devre dışı bıraktı. Tarihsel sosyal demokrasi altın çağlarını ikinci savaş sonrasında yaşamıştı. Keynescilik sermayenin de kabul ettiği bir program haline gelmişti. Kapitalizmin krizden çıkmak için Keynesci mutabakatı elinin tersiyle kenara itmesi ve bir taarruz silahı olarak neo-liberalizme sığınması sosyal demokrasiyi dünyanın her yerinde iflah olmaz bir krizle baş başa bıraktı. Sosyal demokrasi krizden çıkış için üçüncü yolu kabul etti. Üçüncü yol Keynesciliğin terk edilmesi, sağ ve sol kavramlarının aşıldığı bahanesi altında neo-liberalizmim tüm varsayımlarının kabulü anlamını taşıyordu. Üçüncü yolun mucidi Blair tarihsel işçi partisini muhafazakarlardan farksız bir yörüngeye sokmuştu.
Bugünde sosyal demokrat partiler kriz karşısında Neo-Liberalizmi aşacak bir cevap üretmekte zorlanıyorlar. Neo-liberalizmin krizinin farkındalar, fakat yıllar içinde sermayeyle bağları organikleştiğinden sermayeyi de yola getirebilecek bir programdan uzak duruyorlar. Bu tip zorlamalar sosyal demokrasinin daha solundan geliyor. ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbin, Yunanistan’da Varufakis, Almanya’da La Fontaine böyle bir programın öncülüğünü yapıyorlar. Kılıçdaroğlu yurt dışı seyahati öncesinde bu tip çevrelerle ilişki kuracağını vaat etmişti. Neoliberalizme karşı dünyanın her yerinde yeni bir alternatif olmaya çalışan çevrelerle buluşacağını söylemişti. ABD seyahatinde Sanders ile İngiltere gezisinde Corbin ile yan yana gelmeye dahi çalışmadı. Buradan şeytanın avukatlığını yaparak soralım böyle bir niyeti kim akamete uğrattı ve neden vaz geçildi?