Bizim yapmamız gereken
Turgay Develi yazdı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cuma günü Türkiye yüzyılı sloganıyla seçim kampanyasını açtı. Tabi, palavralara karnımız tok ama; sürdürülebilirlik, kalkınma, üretim, verimlilik, çevrecilik, dijitallik, yerli ve millilik gibi ana başlıklar altında, eski yaraların dozunda bir şekilde kaşındığı, reaktif değil proaktif olarak söylenmesi gereken her şeyin doğru ve etkili bir şekilde söylendiği bir kampanya olacağı görülüyor.
Önümüzdeki haftalarda muhakkak daha detaylı olarak konuşulacaktır, ancak ekonominin durumunun iktidarı rahatça indireceğine, iktidarın zayıfladığına ve kolay lokma olduğuna, adayın, stratejinin ve söylenenlerin pek de önemli olmadığına inananların dikkatle takip ettiğini umuyorum.
Tabii seçim kampanyası, iktidara giden uzun bir zincirin sadece son halkası. Seçmeni peşinden sürükleyecek bir kampanyaya giden yol çok daha önce vizyonla ve bu misyona uygun kadrolarla başlar. Kitleleri peşine takacak bir vizyon sahibi olmaya giden yol ise çok daha çetrefilli... Bu yolu döşeyen taşlar üzerine konuşmaya devam etmek zorundayız.
***
Büyük değişimlerin, büyük kırılmaların ardından geldiği gerçeği bugünlerde gözümüzün önünde bir kez daha tekerrür ediyor. Dünyada son 15 yıldır yaşanan ekonomik, siyasi ve jeopolitik kırılmalar tüm ezberleri bozuyor ve büyük değişimleri tetikliyor.
Türkiye ise ne yazık ki bu değişimlere -bir kez daha- hazırlıksız.
Aslında, durumu özetlemek konusunda kimse bir sorun yaşamıyor: Ekonomik kriz ve enflasyon bize yabancı bir kavram değil elbet, ancak Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu kadar dışarıya bağımlı, en temel gıda kalemlerinde bile ithalat rekorları kıran, sanayisi ithal girdilere, enerjisi birkaç ülkenin keyfine endeksli, milyonların barınma ve beslenme gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlandığı bir ekonomik tablo ortaya çıkmadı. Erdoğan bu tablonun kuramcısı olmasa da, uygulayıcısı.
Durum böyle olunca da, ekonomi hakkında (o da kimlik siyasetinden, başörtüsünden, helalleşmeden ekonomiye sıra gelirse) üzerinde konuşulan konular da hep aynı sığlıkta kalıyor.
Muhalefet partilerinin kadrolarında yer alan, mevcut ekonomi öğretileriyle yetişmiş, dünya çapında prestijli kurumlarda çalışmış kerli ferli kariyerlere sahip ekonomistler farklı bir şey söylemeye, bütün bu yaşananların nedeni olan politikaların, yani öğrenilmiş sınırlarının dışına çıkmaya, geniş kitlelerin çıkarlarına dönük sorgulamaları halinde o kurumlardan aforoz edileceklerini düşündüklerinden midir, ezberlerini bozmaya cesaret edemediklerinden midir bilemem, pek yeltenmiyorlar.
Dolayısıyla (ister iktidar cephesi, isterse büyük reklamlarla tanıtılıp merkez muhalefet partileri saflarına transfer edilerek ekonomi politikalarına yön vereceği ilan edilen teknokratlar olsun) siyasete etkileri, söyledikleri Merkez Bankası bağımsızlığı, güçlü kurumlar, mali disiplin gibi aynı ezberleri tekrarlamaktan öteye geçemediği için, papağan rolü ile sınırlı kalıyor.
Tabii olaylara tek taraflı ve dar bir mercekten bakmak bizim adeta ata sporumuz olduğu için, Merkez Bankası bağımsızlığı, güçlü kurumlar, mali disiplin gibi konularda muhalefet cephesini eleştirince ben de mütemadiyen yanlış anlaşılıyorum. Elbette ki bugün Türkiye'nin kurumları çürümüş durumda. Elbette ki iktidarın ekonomik politikaları günü kurtarmaya yönelik, kitlelerin refahını sağlamayı hedeflemiyor. Tekrardan korkmamak gerekirse; zaten tersi olsaydı, zengin daha zengin, fakir daha fakir olmaya devam etmezdi. Bunun için, elbette ve derhal bilimsel gerçeklere dayanan bir politikaya dönülmesi gerekiyor.
Bunları zaten tartışan yok, ancak Türkiye'nin içinde olduğu bunalımın tek sebebi bunlar olmadığı gibi, çözümü de -sadece- burada yatmıyor. Bunu söylemek de iktidarın akıl dışı politikalarını savunmak anlamına gelmiyor. Problem şu ki, merkez muhalefetin ekonomi politikası birbirinin kopyası teknokratlara bırakılınca, havanda su döver gibi, sürekli para politikası, sürekli Merkez Bankası, sürekli mali disiplin tartışmalarının dışına çıkılamıyor.
Peki yarın sihirli bir değnek Türkiye'ye değse ve kurumların kitaplardaki işlevselliğe kavuştuğu, mali disiplinin ve para politikalarının tüm liberal ekonomistlere halay çektirecek 'istikrara' ulaştığı, Merkez Bankası'nın 'bağımsızlık'tan başının döndüğü bir Türkiye'ye uyansak ne olur?
2007 yılı Türkiye'sine dönmüş oluruz.
Bizlerin, yani tek derdi birtakım ekonomik ezberlerin uygulanması olmayanların, merkez partilerin ekonomik politikalarını oluşturan teknokratlarla anlaşamadığı nokta da burası; 2007 yılı Türkiye'si çok mu matah bir yerdi?
Ya da soruyu şöyle soralım: Bugünün dünyası, yani Türkiye'nin kalkınabilmesi için ekonomisinin rekabet etmesi gereken dünya, 2007 yılının dünyasıyla aynı mı?
Kısa cevap: Değil. Günü geçmiş uygulamalara dönüş yapıp, bunların farklı siyasi partilerin ismi altında birbirlerinin klonlanmış hali olan teknokratlarca yeniden uygulanmasının yine bir işe yaramadığını fark edene kadar, yani, daha fazla kaybetmemek adına, küreselleşme ve finansallaşma kısır döngüsünden çıkmak isteyen ülkeler neler yapıyor ona bakmak lazım.
Bingo! Enflasyon ve ekonomik durgunlukla mücadele eden ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri, Merkez Bankası bağımsızlığını tartışıyorlar. Tabii bu tartışmalar bizdeki gibi faiz sebep enflasyon sonuç safsataları üzerine değil.
Amerikan ve Avrupa merkez bankalarının enflasyonu kontrol altına almak adına faiz arttırması ABD ve Euro bölgesi ülkelerini resesyonla karşı karşıya bırakıp, üzerine bu ülkelerin ekonomik ve stratejik politik hedeflerinin önüne geçtiği için, gelişmiş ülke liderlerinden homurtular yükseliyor.
Geçtiğimiz haftalarda Finlandiya Başbakanı Sanna Marin'in Avrupa Merkez Bankası'nın para politikasını eleştiren bir akademisyenin tweetini beğenmesi ve tartışmaya müdahil olması, arkasından bir röportajında Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un yine Avrupa Merkez Bankası'nı eleştirmesi, enflasyonun gölgesinde aynı tartışmaların ABD ve FED özelinde de sürekli yaşanıyor olması dünya basınının gündeminden inmiyor.
Örneğin Amerikan Merkez Bankası Başkanı Powell'ın, görev süresi uzatılana kadar Başkan Biden'la ters düşmemek adına faiz artırımına gitmemesi de, bugünlerde enflasyonun dizginlenmesinde geç mi kalındığını tartışan Amerikan basınının gözde konularından.
Siyasi sorumluluğu olan seçilmişler haklı olarak homurdanırken, yerleşik görüşleri savunanlar, akademisyenler ve teknokratlar (en başta gelen örneği AB Merkez Bankası eski Başkanı Mario Draghi olmak üzere) ise merkez bankası bağımsızlığına dil uzatılamayacağı ezberini tekrar etmeye devam ediyorlar ancak artık ciddi manada azınlıkta kalmaya başladıklarını söylemek mümkün.
Tek bir örnek olarak yine Cuma günü Foreign Affairs dergisinde yayımlanan, Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörü ve IMF'in 2001-2003 arası Baş Ekonomisti olan Kenneth Rogoff imzalı makaleden tek bir cümle alıntılamam yetecektir:
"Bir resesyon sırasında hükümetin sosyal güvenlik ağı yetersizse, [faiz artırmak isteyen] merkez bankasının bunu da göz önüne alması gerekmez mi?"
Bu bağlamda IMF, bize de yapmayı pek sevdiği gibi, homurdanan gelişmiş ülke liderlerine de mali politikalarının, yani bütçelerinin ve kamu harcamalarının para politikalarıyla uyumsuzluk göstermemesi, Merkez Bankalarının güvenilirliğine gölge düşürmemesi ve bağımsızlığıyla çelişmemesi uyarısını yapıyor.
IMF ve ezberlerini bozamayan liberal ekonomistlere ise cevabı ise adeta bir 'adamın gol diyor' havasında Financial Times gazetesi veriyor:
"... merkez bankalarının güvenilirliği ancak bir bütün olarak makroekonomik rejimin güvenilirliği kadar iyidir. Bu, merkez bankası bağımsızlığının bir kenara atılması gerektiği anlamına gelmiyor, bunun ekonomi için gerçekten işe yarayıp yaramadığını açıkça sormak anlamına geliyor."
Tüm bu anlattıklarımın Türkiye'yle, muhalefetle ve muhalefetin politikalarını şekillendiren teknokratlarla ilgili olan kısmına ilişkin örneği de yine Fransa Cumhurbaşkanı Macron örneği üzerinden anlatmak isterim:
Macron bu konuda çok güzel bir örnek, zira eski bir yatırım bankacısı olarak kendisi sermaye çevrelerinin yıldız adayı, çok tanıdık olduğumuz ittifak siyasetinin bir örneği olarak merkez siyasetin kurtarıcısı, iş çevrelerinin sevgilisi olarak Fransa'ya Cumhurbaşkanı oldu.
Fransız ekonomisini (daha da) liberalleştirme, emeklilik reformu yapma (ki neoliberal jargonda bunun anlamını hepimiz biliyoruz) gibi vaatlerle seçilen Macron'un yapmaya çalıştığı reformlar, hala demokratik protesto kültürü olan Fransız halkını sokağa döküp üzerine pandemi, enflasyon, vergi zamları ve ekonomik durgunlukla birleşince, koltuk tatlı gelmiş olsa gerek, Macron ikinci kez seçime girmeden önce ciddi bir politika değişikliğine gitti.
İç siyasetteki problemlerin yanında daha güçlü, kendisine yeten, bağımsız ve egemen bir Avrupa Birliği'ni savunan Macron, ABD'nin Avrupa Birliği'ne karşı pek de dostça olmayan politikalarından da etkilenmiş olsa gerek, Fransa'da ve Avrupa'da enerji bağımsızlığı, endüstriyelleşme, sanayi üretimini Avrupa ve Fransa'ya geri getirme, sürdürülebilir kalkınma, askeri bağımsızlık ve ulusal egemenlik gibi konulara odaklanmaya başladı.
İşte Macron'un neoliberal iktisat teorisi, ekonomistler ve Merkez Bankalarıyla çatışmaya başladığı nokta da, bu sürdürülebilir ve yerel kalkınma planını uygulamasının önünde engel olarak Avrupa Merkez Bankası'nı bulması oldu. Zira tüm bunlar, kamu harcaması gerektiren konular.
Sermayenin gözbebeği Macron'un bile (Fransa ve AB özelinde) yerli üretimi teşvik etme odaklı, devletin aktif bir şekilde yer aldığı, desteklediği ve (pek tabii kamu harcaması yaparak, dolayısıyla mali politikalarla) katıldığı bir ekonomik düzen yaratmaya çalışması, hakim ekonomik teori çerçevesinde para politikası ve mali politikaların uyuşmaması olarak değerlendiriliyor ve eleştiriliyor.
Ancak para politikalarının mali politikalara bu tür bir üstünlüğü artık gökten zembille inen ve teknokratlarca uygulanan bir karar değil, demokratik olarak tartışılan ve seçilmişler tarafından da katkı sunulabilecek bir tartışma olarak görülüyor.
Bizim de sık sık bahsettiğimiz üretim ekonomisine geçme, dijitalleşerek teknoloji devrimini yakalama, enerji ve gıda güvenliğini sağlama gibi konular, tarihin bir cilvesi olsa gerek, fazla küreselleştiklerini ve egemenliklerini kaybetmek üzere olduklarını fark ettikleri için tekrar yerelleşmeye çalışan gelişmiş ülkelerin de gündeminin en tepesinde yer alıyor.
Dolayısıyla bizim de yapmaya çalıştığımız şeyleri batının nasıl yaptığını görmek, kendi kendine politika yaratmakla pek ilgilenmeyenler için eşsiz bir kaynak niteliğinde aslında.
İşte bu bağlamda Macron'un güçlü, bağımsız ve egemen bir Fransa ve Avrupa için yaptıklarını anlattığı (Avrupa Merkez Bankası'nı da eleştirdiği) röportajı dikkatimi çekti. Röportaj bir otomotiv fuarında verildiği için ağırlıklı olarak elektrikli otomobil örnekleri kullanılıyor, ancak bunu her tür sanayi koluna uyacak şekilde yorumlamak mümkün.
Sermayenin gözbebeği, neoliberalizmin belki de son prensi olarak parlayan Macron Avrupa'yı yeniden sanayileştirmekten, endüstriyel amaçların egemenlik amaçlarıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğinden, yabancı rakiplerine karşı Fransız ve Avrupalı üreticileri, taşeronları ve yan sanayileri 'fazlasıyla' desteklemeleri gerektiğinden, anahtar işlevi gören şeyin devletin planlaması ve desteği olduğundan, elektrikli araçlarla ilgili kamu olarak 100.000 şarj istasyonu kurduklarından ve bu sayıyı 2030'a kadar 400.000'e çıkaracaklarından, elektrikli otomotiv sanayisini korumak ve fiyatları makul seviyede tutmak için gümrük duvarlarını yükselteceklerinden bahsediyor. Keynes mezarından kalksa şaşkınlıktan dili tutulurdu muhtemelen.
Yetmedi, aynı Macron 'daha fazla ve daha fazla' Fransız malı satın alınması gerektiğinden bahsederken Fransa'da satılan elektrikli araçların %80'inin ithal olmasından dert yanıyor, son seçim kampanyasında %100 Fransa üretimi bir sektör sözü verdiğini, devlet olarak üç tane devasa batarya fabrikası inşa ettiklerini, batarya alanında 2027'ye kadar bağımsız olacaklarını ve sonrasında ihracata başlayacaklarını, devletin üzerine düşen her şeyi yaptığını, üreticileri ve sektörü desteklediklerini, lityum gibi hammaddeleri dahi ulusallaştırmak adına geri dönüşüme ve maden sektörüne yönelik yeni yasalar çıkarttıklarını, hidrojen konusunda devlet olarak ar-ge yatırımı yaptıklarını, bunun ulusal egemenlikleri için kilit önemde olduğunu anlatıyor.
Yine yetmediyse, bildiğimiz Emmanuel Macron, Çin'den ve Amerika'dan ithalat yapan kendi ülkesinin şirketlerini eleştiriyor, egemenlik vurgusu yapıyor, kelimesi kelimesine "Amerikalıların ve Çinlilerin bizlere hiçbir şeyi hediye olarak vermediklerinin farkına varmalı ve uyanmalıyız" diyor. Amerikalıların Amerikan malı tükettiğine ve bu yönde çok agresif bir devlet stratejisi olduğuna, Çin'in pazarını dışarıya kapattığına, buna cevap vermeleri gerektiğine dikkat çekiyor. 'Yok canım o kadar da değil' diyen varsa eğer, röportajın orijinalini bulup okuyabilir.
Atlantik'in öte tarafında ise Amerikan hükümeti benzer hamleler yapıyor. Macron'un örneği otomotiv endüstrisi üzerinden olduğu için oradan devam etmek gerekirse, aslında Biden hükümetinin uyguladığı planın sloganı her şeyi özetliyor:
"Amerika'da üret, Amerikan satın al."
Bu bağlamda Amerikan hükümeti de tüm sanayi ve teknoloji üreticilerini ülkeye geri gelmeye davet ediyor, teşvikler veriyor, gelmeyeni ise zorluyor. Bunun sonucunda ise sadece 2022 yılında otomotiv sektörü bünyesinde 350.000 yeni istihdam yaratıldığı açıklandı. Elektrikli araçlar, mikroçipler, güneş panelleri, aşılar, aklınıza gelen her sektörde ABD ulusallaşmaya gidiyor, bu amaçla devlet akıl almaz büyüklüklerde (trilyon dolarlar havada uçuşuyor) teşvik paketleri açıklıyor, kamu yatırımı yapıyor.
Felsefeleri çok net: Fabrika-Amerika.
Enerji bağımlılığı ve enerji enflasyonu gibi problemleri olmayan, dolayısıyla çok daha rekabetçi maliyetlerle üretim yapabilen Amerikan sanayisine karşı rekabet edebilmek adına Avrupa ülkeleri ise birbiri ardına dayanışma ve egemenlik açıklamaları yapıyor, yenilenebilir enerji yatırımlarına ve enerji bağımsızlığının önemine vurgu yapıyorlar.
İşte dananın kuyruğunun merkez bankası bağımsızlığına bağlandığı nokta da tam olarak burası. Avrupalı politika yapıcılar, ülkelerinin egemenlik ve bağımsızlığı söz konusu olduğunda, kamu yatırımlarına engel teşkil eden bu ezberi ellerinin tersiyle itebilecek dirayeti henüz gösterebiliyorlar.
Bugün gelişmiş ülkelerinin ekonomi politikalarının tamamı yerleşik neoliberal ekonomi öğretilerine, yani Türkiye muhalefetinin ekonomi politikalarını belirleyen akademisyenlerin, teknokratların okullarda öğrendiği ve öğrettiği felsefeye taban tabana zıt olmasına rağmen bu politikalar uygulanıyor.
Zira olması gereken siyasetin lokomotif, akademi ve teknokrasinin ise vagonları rayda tutan tekerler ve yol gösteren işaretçiler olmasıdır.
Oysa Türkiye'deki muhalefet partilerinin ekonomi politikalarını belirleyenler, aynı politikaları uygulaması gereken Türkiye'nin önüne çıkacak olan aynı engelleri yaratan bu politikaları savunmaya ve sürekli olarak gündeme getirmeye devam ediyorlar.
Millet ittifakının ekonomi politikalarına ve vaatlerine bakarsanız, on paragraf para politikaları, güçlü kurumlar, Merkez Bankası bağımsızlığı, parlamenter sistem anlatıyor, sonrasında sıra gelirse lütfedip bir cümleyle sanayi ve tarım politikasından, ekonomik bağımsızlıktan, üretimden bahsediyor.
Türkiye'nin para politikalarının düzeltilmesi, Merkez Bankası'nın bağımsızlığının temin edilmesi bizi en iyi ihtimalle bir krizden diğerine, bugün gelişmiş ülkelerin yaşadığı krize taşır.
Kendimi de bir üyesi sayarak, muhalefet olarak bizim yapmamız gereken ise aynı ezberlere ve yanlışlığı ispatlanmış öğretilere dönmeye çalışmayı bırakmak; iktidarın oluşturduğu gündemlere, popülist vaatlere, etnik ve kimliksel fay katlarına kapılmadan proaktif bir strateji yaratmak, bağımsız, özgür ve müreffeh bir Türkiye için bir vizyon ortaya koymaktır.
Sonrasında ise kazanacak adayı sahaya sürüp seçim havasına girmek, ülkeyi karış karış gezerek bu vizyonu anlatmak, gündemi takip etmek yerine belirlemek, muhafazakar değil ilerici olmak gerekiyor.
Ekonomi, teknokratlara bırakılamayacak kadar ciddi ve siyasi bir mevzudur. Yapılması gereken ders kitaplarında kalan öğretileri tekrarlamak değil, Türkiye'nin en büyük sorunlarına çözüm önerileri getirerek seçmenin karşısına çıkmaktır.
Örneğin Türkiye'nin en büyük ithal kalemi olan ve ekonomik bağımsızlığının önündeki en büyük engel olan enerji problemi... Veya güya uçup kaçan ihracat gelirimizin önemli bir kısmının yurtdışına uçmasına sebep olan hammadde ve ara mamül ithalatı problemi... Ya da markete giden vatandaşın canını yakan, doğrudan dövize ve enerji fiyatlarına endeksli olan ithal gıda problemi...
Neden, bu kısır döngünün dışındaki sosyalistlerin dışında, Türkiye'nin ekonomik bağımlılığının çok büyük bir bölümünü oluşturan bu üç konuda stratejik bir plan hazırlayıp seçmenin önüne koymuyor?
Neden hiçbir merkez partisi, iktidarlarında Türkiye'nin dört bir tarafını rüzgar türbinleriyle, güneş panelleriyle kaplayacağını, Türkiye'nin enerji ithalatını yüzde 40 oranında azaltacağını, bu hamleyle 300.000 kişilik istihdam yaratacağını, ekonomiye 200 milyar dolar katkı yapacaklarını (rakamlar tamamen uydurmadır, kimse bir çalışma yapmadığı için bilemiyoruz...), bu planı hayata geçirmek için devletin tüm olanaklarını seferber edeceklerini anlatmıyor?
%7,5 faizle kredi dağıtan, her gün başka bir paket açıklayan, sosyal konut projesi duyuran iktidara karşılık parlamenter sisteme dönüş ve bağımsız merkez bankası sunulan seçmenin hangisini tercih edeceğini düşünüyorsunuz?
Seçime bir yıldan az süre kalmışken, yine sosyalist partilerin dışında, Türkiye ekonomisinin kalkınması ve dışa bağımlılığının azaltılması için bütünlüklü bir planın parçaları olarak neden her ay başka bir sektör için bir plan duyurulmuyor?
Ne zaman yenilenebilir enerji konusunda düşünsem, aklıma bugün Millet ittifakının ekonomi politikalarını belirleyen Ali Babacan'ın Ekonomi Bakanlığı döneminde BP ve Shell temsilcileriyle görüşüp, 'yenilenebilir enerjiyi boş verin dediler, biz de yapmadık' demesi geliyor...
Ama hadi bunu bir kenara bırakalım, seçim takvimi başladı, biz ne yapıyoruz?
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.