Bir İnsan Öyküsü: Bir Çift Lastik Ayakkabı
SAĞLAM ABİ! AMERİKAN MALI..
Yağmurun hafiften çiselediği bir kış akşamı...
Koyu bir karanlık kaplamıştı ortalığı...
Ellerim ceplerimde, yakası kalkık ceketimin sıcaklığına sığınarak okul çıkışı kahvehaneye uğrardım biraz dinlenmek biraz da gazeteleri okumak için.
Atatürk'le özdeşleşmiş bir yerdi kahvehane..
Girişindeki tabelada büyük harflerle 19 MAYIS KIRAATHANESİ yazardı... Altındaki boşlukta bir tabla kebapçısı bulunurdu ..Pişmiş biber ve domates kokusuyla destekli kebap dumanını soluyarak beş altı basamaklı demirden merdiveni çıkıp kıraathaneye girdim..
Ağzına kadar doluydu kıraathane… İçerisi gözün gözü görmediği nikotin kokulu sigara dumanıyla kaplanmıştı... Masalarda oyunlar oynanıyordu... Oyuncular, derin bir sessizliğin yarattığı kopuşla maddi dünyadan uzaklaşmışlardı maddiyat için... Oyunlar oynanıyor, verilen selamları bile duymuyorlardı... Başını çevirip etrafına bakan pek yoktu...
Kahvecinin havalandırmak için açtığı pencereye de itiraz sesleri yükseliyordu:
"Ya!Metin Abi...bizi hasda mı edecen?...Gapat şu pencereyi.” Sözü üzerine pencere kapatılır, soğuktan hasta olacaklarını düşünenlerin sigara dumanından rahatsızlıklık duymamalarının anlamsızlığını düşünürdüm yüzümü kaplayan alaysı bir tebessümle...
Kahveci arada bir ortalıkta gezinip,kül tablalarını bir poşete boşaltırken uyarısını da yapardı:
"Beyler!İzmaritleri yere atman... Bu tablaları boşa mı koyuyok masalara ?!..diye de uyarısını yapıyordu elinden sigarası düşmeyen gözü kızarmış, parmakları sararmış oyunculara...
Oyunculardan uzak bir köşede yer alan yeşil çuhalı,üzerinde sigara yanığı siyah delikler bulunan masada sıcacık çay bardağıyla elimi ısıtıp içindeki çayı yudumlarken bir taraftan da gazeteleri atarken ayaklarımı bir soğuk dalgasının yalayıp geçtiğini hissettim.. Başımı kaldırıp kapıya baktığımda saçı dağınık, alnından kırçıl sakalına damlayan yağmur sularıyla yüzü yıkanmış, orta yaşlarda, avurtları çökük, gözlerinin feri kaçmış, sırtında yamalıklı dirsekleri eprimiş rengi soluk yün ceket bulunan biri karşımda duruverdi.
Yalın ayaktı. Ucu delik çorap vardı ayaklarında, onlar da sudan cımcılık olmuştu.
Elinde de bir çift lastik ayakkabı vardı.
Bana bakarak:
"Abi... Satılık!..”dedi. İnsanın içini burkan bir sesle devam etti;."Amerikan malı... Sağlam abi!. Yırtığı, deliği yok!”
Dışarıda yağmur yağıyordu..
Yanakları kızartan bir soğuk kolağalığı yapıyordu ortalıkta sanki..
Bir adam vardı karşımda...
Ayakkabısını satıyordu dolaşarak masalar arasında.
Umurunda değildi kimsenin..
Dönüp bakmıyorlardı bile....
Adamı izledim bir süre burnuma düşmüş gözlük çerçevesinin üzerinden.
Yutkundum..
Suskunluk konmuştu dudaklarıma...
Orta yerde umutsuz bir çaresizlikle dolanan adamı masama oturttum. Çay söyledim içmesi için. Çayını yudumlarken sorgulamaya başladım adamı...
Evde hasta eşi, yaşlı annesi ve engelli iki çocuğu olduğunu, günlerdir iş aradığını, bulamadığını söyledi..
Çöplerden atık toplayarak geçimini sağladığını, bir haftadır devam eden yağmur nedeniyle atığa da çıkamadığını anlattı ağzından çıkan kırık dökük cümlelerle...
OLMAZ OLSUN BÖYLE HAYAT
Emekli bir işçi olan kahvehane sahibinin yardımıyla toplanan parayı adama verdik.. Ayakkabısını giydirdik ayaklarına... Evi yakın olan biri de getirttiği bir montu geçirdi adamın sırtına...
Adam," Allah razı olsun!" temennasıyla kahveden ayrılırken arkasından bakakaldım.... Buğulanmış camların arkasından bir silüet gibi karıştı karanlığa..
Aldandık mı yine diye düşündüm bir süre... Olsun dedim, aldanılsa da bir insanı mutlu etmek güzeldi... İnsana haz veren bir şeydi iyilik etmek... Ne demiş büyükler: Kiminin parası... Kiminin duası... Duayla sönecekti belki içimizin yanığı....
AYNI TAS AYNI HAMAM
Yıllar önce yazdığım bir öyküden özetlediğim bu anlatının değişik versiyonları yaşanıyor günümüzde. Dünden bugüne değişen bir şey yok. Pazardan kırık yumurta alanları, mahalle bakkalından yağı çay bardağıyla alanları, pazardan lahanayı yarım; elmayı, limonu taneyle alanları gördükçe içim yanıyor. Akşamın alaca karanlığında pazar yerlerinde yerlere dökülen pazar artıklarından sağlam soğanı, patatesi seçerken yüzünü utançtan kapatan kadınlar yüreğimi yakıyor derinden.
Eti bayramdan bayrama yiyen aileler sızlatıyor vicdanımı...
Bir defasında markete girerken beni durdurarak,"Amca üç aylık bebem var... Ona süt alır mısın? "diyen genç bir kadının yürek tıpırtısı bir balyoz gibi inmişti kafama.. Sıcakta, soğukta kaldırımları mekan tutan mendilci, tartıcı, simitçi, sakızcı... çocuklar alıp beni götürüyor başka dünyalara...
Yoksulluğu yöneten, koltuk, makam, ikbal için yoksulun sırtına binenler de Yoruyor beni boş eylem ve sözleriyle...
Herkesi zengin etmek olası değil belki.
Ama mümkündür yenmek yoksulluğu. El ele ,yürek yüreğe bir anlayışın egemen olduğu yönetimle...
Meydanlarda halka refah vaat eden siyasileri anımsayınca bir öfke kapladı içimi.
Sabahın erken saatlerine yorgana sarınarak ekmek büfelerinin önünde kuyruğa giren yaşlı,dişleri dökük,saçı kınadan başka renk tanımayan kadınları görürdüm sabahın köründe giderken okula...
Fotoğraf Facebook.com’dan alınmıştır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.