1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Biden’ın Çekilişi
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Biden’ın Çekilişi

A+A-

ABD başkanlık seçimleri her zaman dünyanın ilgisini çekmiştir. Küresel kapitalizmin bu en büyük gücünün başına kimin geleceğini merak etmek olağan sayılmalıdır. Çünkü Amerikan siyasal sistemi başkanı eksen alır. Sistemin kilit noktasında başkan vardır. Başkan seçilen kişinin tercihleri, eğilimleri ve üslubu dünyanın gidişatı üzerinde önemli etkilerde bulunur. Başkanın ABD bürokrasisini tek başına biçimlendirme gücü vardır. Her başkan değişikliğinde bürokrasinin üst ve orta kademeleri yeniden yapılanır. Bürokraside görev alacak olanlar siyasal tercihlerini gizlemezler. Başkan değiştiğinde binlerce insan görevlerini bırakır yerlerine de bir o kadar yenileri gelir. Başkanın sistem üzerindeki etkisi çok güçlüdür. Ama bu göreve gelen kişi çoğunluk sistemin içinde yükselerek gelir. Yükselirken sistemin işleyişini öğrenir. Sistemin kurumsal yapılanmasını tanır. Başkanlık yetkilerini kullanırken bunlara dikkat eder.

Sistem başkancı olsa da güçlü denge ve denetleme mekanizmalarına sahiptir. Kongre başkanın karşısında dengeleyici bir güç olarak yer alır. Özellikle diplomasi ve uluslararası ilişkiler alanında kongre ağırlığını hissettirir. Büyükelçilik atamalarında kılı kırk yarar. Lobiler kongre üyelerini etkilemek için inanılmaz ilişkiler geliştirirler. Güçlü lobiler dış politika tercihlerinde etkili olmak isterler. ABD dünyanın her yerinden gelen göçmenlerin ülkesi olduğundan ülkeler diasporaları aracılığıyla tercihleri etkilemeye, temsilcileri yönlendirmeye ve kongre kararlarında söz sahibi olmaya çalışırlar. Bütün bu faaliyetler sözde sıkı kurallara bağlanmıştır. Başkan kongre karşısında güçlü olmakla birlikte zafiyet anlarında kongre denetimi karşısında güç anlar yaşar. Devletin tercihleri üzerinde asıl etkili olan grup senatörlerdir. Her eyaletten iki kişi olarak seçilirler. Seçilebilmek için etkili kampanyalar yürütmek zorundadırlar.

Amerikan siyasal sistemindeki particilik anlayışı kıta Avrupası’ndan çok farklıdır. Kıta Avrupası sisteminde partilerin güçlü gelenekleri, alışkanlıkları ve üyeleriyle organik ilişkileri vardır. Devlete taşınacak kadrolar parti içinde yükselmek ve etkinlik göstermek zorundadır. Amerikan sisteminde siyasal partilerin gücü bu düzeyde değildir. Partiler sadece seçim kampanyası sırasında aktif hale gelirler. Adaylar parti içinde yükselerek değil kongredeki çalışmaları göz önüne alınarak siyasi kariyer yaparlar. Parti içinde hiçbir etkinliği olmayan dışarıdan birinin aday gösterilmesi sürpriz değildir. Popüler olması, kamuoyu tarafından ilgi görmesi ve seçim kazanacağına inanılması o kişiyi adaylaştırmak için yeterlidir. Siyaset iki partili bir düzeneğe oturmuştur. Üçüncü bir partinin sivrilme ve öne çıkma şansı yok gibidir. ABD sistemi 30’lı yıllardan itibaren kendini küresel bir oyun kurucu rolüne hazırlamaya başladığı andan beri siyasal yapısını iki partiye indirgemiştir. New Deal politikaları ile Amerikan Komünist Partisi sistemin tümüyle dışına itilerek marjinalleştirilmiş ve güçlü emek hareketi de mafyatik yöntemlerle yıldırılarak etkisizleştirilmiştir. Soğuk Savaşın en sert dalgası bu ülkede yaşanmış ve McCarthycilik ile solun her rengine karşı bir savaş başlatılmıştır. Aydın, yazar ve sanatçılara karşı bir cadı avı başlatılarak sol sistemin tümüyle dışına itilmiştir.

Biden uzun siyasi kariyerini bu çerçevede yürütmüş eski bir siyasetçidir. Çok erken yaşlarda senatör olmuş ve neredeyse yarım yüzyıl bu görevde bulunmuştur. Demokrat partiden senatör olmasına karşılık kendisini tipik bir soğuk savaş siyasetçisi olarak yetiştirmiştir. 1976-80 yılları arasında başkanlık yapan Carter da demokrat partiden seçilmişti, ama Biden ona göre cumhuriyetçilere çok daha yakın bir siyasetçiydi. Biden esas olarak Amerikan devletine hizmet eden bir siyasetçiydi. Demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi evrensel değerlerle hiç işi olmadı. Soğuk savaş yıllarında Amerikan devletinin tertiplediği tüm darbelerde parmak izi vardı. Türkiye’yi koyu bir karanlığın içine sürükleyen 12 Eylül faşist darbesi öncesinde son kontrolleri yapmak için gelen senatörler heyetinin de bir üyesiydi. Türkiye’deki darbeye olur vererek ayrılmışlardı.

Profesyonel bir siyasetçi olarak hep devletinin emrinde ve hizmetinde oldu. 50 küsur yıllık siyasi kariyerini Amerikan devletinin çıkarlarını koruyarak sürdürdü. Ne Clinton da ne de Obama da olduğu gibi kendi ile ilgili aldatıcı bir imaj çalışması yapılmasına ihtiyaç duymadı. Clinton post soğuk savaş da başkan olmuştu ve küreselciliğin sözcülüğüne soyunmuştu. Tüm dünyada liberal kapitalizmin ‘tarihin sonu’ olduğu ilan edilmişti. Bu ilan artık sonsuz bir şimdinin içinde yaşadığımız anlamına geliyordu. Sistem tüm alternatiflerini tüketmiş ve alternatifsiz kalmıştı. Sonsuz bir şimdiye çeşni katabilmek için geçmiş yaramazlıklarımıza müsamaha gösterilebilirdi. Clinton ‘savaş kaçkını’ olduğunu, eski bir 68’li olduğunu ilan edecekti gururla. Liberal kapitalizmin ebedi şimdisinde eski bir asker kaçağı olmanın, savaş karşıtlığının ve düzenin tüm nimetlerinden istifade etmiş bir eski 68’li olmanın hiçbir mahsuru kalmamıştı. Üstelik bu suret emperyalizmin yayılmacılığına ‘insani müdahale’ diyerek meşruiyet dahi sağlayabilirdi. Nitekim NATO’nun genişlemesi, balkanlardaki savaşlar ve Irak’ın ilk işgal denemesi Clinton döneminde olacaktı.

Obama ise sistemin basamaklarını atlayarak yükselmiş bir siyahiydi. Gerisinde başarı dolu bir kariyer vardı. İlk defa bir siyahi ABD başkanı oluyordu. 60’lı yıllara kadar siyahilere ikinci sınıf insan müdahalesi yapılan bir ülkede başarılı bir siyah en güçlü koltuğa oturacaktı. ABD demokrasisi için müthiş bir başarıydı bu. Irk meselesinin nihai olarak çözüldüğü anlamına geliyordu. Sokakları evsiz siyahilerden geçilmeyen bir ülkede bir siyah başkan beyaz saraya geliyordu. Üstelik bu siyahi siyasetçinin başarı hikâyesi tüm beyazlara ibret olmalıydı. ABD kariyer imkânlarının herkese sonuna kadar açık olduğu, azmettikten sonra isteyenin istediği yere gelebildiği bir fırsatlar ülkesiydi. Nitekim tarih boyunca da hep böyle olmuştu. Milyonlarca göçmen ülkelerini terk edip bu vaadin cazibesine kapılarak bu ülkeye gelmişti. Obama’nın iki dönemlik başkanlığı hiçbir kalıcı etki yaratmadan sona erdi. Bir siyahinin başkan seçilmesi siyahların dünyasında hiçbir şeyi değiştirmemişti. Seçkin bir siyahın başkanlığı ne ırklar arası eşitsizliği ortadan kaldırmıştı ne de siyahların dünyasında köklü değişiklikler yaratmıştı. Siyahları sürekli sistem dışına iten ırksal ve sınıfsal ilişkilerde bir dönüşüm yaşanmamıştı.

Biden ise tüm enerjisini gerileyen Amerikan gücünü toparlamaya verdi. Ne ülkesine ne de dünyaya sunacağı yeni bir imajı yoktu. Trump gibi bir serseri mayın faşistini iktidardan indirmenin can simidi olarak sürüldü. Ortaya yeni bir strateji koyamadı. Başkanlığı döneminde etrafındaki güçlerin telkinlerine uygun bir politika izledi. Kaosu ve istikrarsızlığı derinleştirmekten başka bir şey yapmadı. Önceliğini Çin’i sınırlamaya değil NATO’nun genişlemesine verdi. Bu aslında Çin’i sınırlamanın dolaylı bir taktiğiydi. Çin’i sınırlamak için önce onunla işbirliği yapacak güçleri istikrarsızlaştırmak gerekiyordu. Eğer Rusya’nın son yıllardaki yükselişi frenlenebilirse ve bu ülke kendi sınırlarına hapsedilerek etrafı çevrelenebilirse Çin en önemli müttefikinden yoksun kalacaktı. Bunun için NATO’nun Rusları tahrik edecek şekilde genişlemesine yol vermek ve Avrupa içindeki çok başlılığa da sınır çekmek gerekiyordu. Ukrayna savaşı ile hedefe ilk başlarda ulaşılır gibi oldu ise de uzun vadede savaşın gidişatı hiç de böyle bir sonuç doğurmayacak gibi görünüyor. Savaş NATO ittifakını perçinledi, ama uzadıkça çözülme emareleri artıyor. Çin ile Rusya stratejik olarak tahminlerden çok daha fazla yakınlaştı. Hatta Rusya uzak Asya da Kuzey Kore ve Vietnam ile ilişkilerini yenileyerek stratejik düzeye yükseltti. Çevreleme Rusya’ya sıkıntılar yaratmış olsa bile büyük bir istikrarsızlığa yol açmadı. Ukrayna savaşı çok kutupluluğu daha ileri bir noktaya taşıdı.

Amerikan iç siyasetinde ise Biden Trump’ın daha güçlü bir biçimde geri dönüşüne hizmet etti sadece. Dünya siyasetinde ABD güç ve etkinlik yitirirken içeride de ekonomi gerilemeye, geniş halk yığınlarının hoşnutsuzlukları yükselmeye başladı. Amerikan dış politikası zaten başkanlara göre planlanmıyordu. Başkanlar sadece öncelikleri değiştirebiliyordu. Trump için öncelik İran’ın burnunu sürtmek ve Çin’i sıkıştırmak iken Biden önceliğini Avrupa’nın ABD etrafında bütünleştirilmesine ve Rusya’nın de stabilizasyonuna vermişti. İkisinin de asıl hedefi Çin’in yükselişini durdurmaktı. İsrail her ikisinin de vazgeçilmeziydi. Trump büyükelçiliği Kudüs’e taşımıştı ve Kudüs’ün bir Yahudi şehri olduğunu ilan etmişti. Biden da Gazze savaşında İsrail’in sırtını sıvazladı. Demokratlar bilişim sektörüne, silikon vadisine, Wall Street zenginlerine dayanırken cumhuriyetçiler askeri-sınai komplekse öncelik veriyorlardı. Ama bunların hiç biri egemen sınıflar içinde bir yarılma anlamına gelmiyordu. Tercih ve öncelikler farklılaşıyordu sadece. Yoksa iki taraf da sermayenin bütünsel çıkarlarını kollamanın derdindeydi.

Sınıfsal ilişkilerde ise Demokratlar yeni orta sınıfları temel alıyordu. Postmodern fark politikasına dayalı olarak farklılıkları bir zenginlik telakki ediyorlardı. Kürtaj yasağı, eşcinsel evliliklerine serbestlik, dinsel tercihlere saygı Demokratların fark politikalarının izlerini taşıyordu. Demokratlar için demokrasi halk egemenliğine kayıtsız, sınıfsal içerikten tümüyle uzaklaşmış ve postmodern kimlik politikalarına indirgenmişti. Sendikalarla ve işçi sınıfı ile bağları yok denecek düzeydeydi. Trump postmodern farklılık politikalarının karşısına doğrudan kaybeden sınıfların hassasiyetlerini çıkardı. İktisaden kaybedenlerin ilkel dürtülerine seslendi. Onları seçkinlere karşı kışkırttı ve yoksulluklarının gerekçesi olarak onların kibirlerini gösterdi. Trump bu politikalara sonuç alacak gözüküyor. Biden ise tarihe geride hiçbir müspet başarıya imza atamamış ve Trump gibi bir serseri mayın faşistinin iktidarına giden yolları hazırlamış biri olarak geçecek. Tıpkı Hindenburg örneğinde olduğu gibi.

Önceki ve Sonraki Yazılar