1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Belediyeler: Toplumcu mu 'sosyal' mi?
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Belediyeler: Toplumcu mu 'sosyal' mi?

A+A-

Türkiye'de istisnasız bütün belediyeler sosyal belediyecilik yaptıklarını iddia ederler. Bu sıfat adeta bütün belediyelerin mottosu haline gelmiştir. Halbuki bu kavramın ve uygulamanın patenti AKP'nin de öncülü olan milli görüş partilerine aittir. Milli görüşün temelini ilk önce 80'li yıllarda kazandığı birkaç belediyede atmaya başladığı uygulamalar 1994 yerel seçimlerinde tüm önemli kentlerin Refah partisi tarafından kazanılmasıyla birlikte bir modele dönüştü. Bu model daha sonraları hakim, hegemonik bir model haline de geldi. Buralarda kazanılan ' başarılar ' bu partinin ardılı sayabileceğimiz partileri genel iktidara taşıdı. 

Model dünya çapında yaygınlaşan neoliberal uygulamalara karşı kent ölçeğinde üretilmiş muhafazakar, ‘yerli’ bir yanıttı. Neoliberalizm biz duygusuna ve toplum tasavvuruna karşı ideolojik bir savaş açmıştı. Bu anlayışın ilk deney alanı sayabileceğimiz Britanya'da büyük madenciler grevi sırasında Başbakan Thatcher ' toplum yok sadece bireyler vardır ' diyordu. Neoliberal paradigma Türkiye'ye 24 Ocak kararlarıyla birlikte giriş yaptı. Ancak bir askeri faşizm altında uygulanabilecek bu ‘şok doktrini’ karşısında toplumun tüm hareketli unsurlarının önceden teslim alınması gerekiyordu. O dönemin en büyük sermaye örgütünün başkanı olan Halit Narin darbeden sonra ' artık biz kazanmaya başladık, işçiler kaybetti ' dedi. 12 Eylülcüler anayasaya devletin vasıflarından birinin ' sosyallik ' olduğunu yazdılarsa da fiiliyatta kuşa çevrilmiş bir ilkeydi bu. 89'daki bahar eylemlerine kadar toplumun ücretli sınıfları büyük kayıplar yaşadı. Toplumun örgütlülüğü dağıtılmıştı. Kentsel mekan sermaye birikimine elverişli hale getirilmişti. Sermayenin değerlenmesi açısından kentsel toprakların önemi artmıştı. Kentsel mekana sermaye taarruzu aynı zamanda krize karşı geliştirilmiş en önemli stratejilerden biriydi. Büyük coğrafyacı David Harvey süreci burjuvazinin palazlandığı dönemdeki 'ilkel birikim' sürecine benzeterek ' yeniden mülksüzleştirme ' olarak adlandırmıştı. İlerlemeyi kendi tekeline alan sermaye içine girdiği krizde artık ilerleme dinamiklerini yitirdiği, iyimser bir gelecek sunmaktan uzaklaştığı için mekanda derinleşmeyi hedeflemişti. Bu tercih sermaye açısından kentleri kendi isteklerine göre yeniden düzenlemek anlamına geliyordu. 

Türkiye kaçınılmaz biçimde tam boy bu sürecin içine dahil oldu. Yerel yönetimlerin yetkileri arttırıldı. İmar yetkisi merkezi idareden alınarak yerellere devredildi. Yereller ve onları etkileme kudretine sahip olan çevrelerin kentsel mekan üzerindeki kontrolü sağlandı. Kentsel mekan sermaye tercihlerine göre yeniden planlanırken kentlerin periferisinde yaşayan emekçi sınıfların bir kısmı ellerindeki arazilerin kıymetlenmesiyle birlikte sınıf atladı. Ancak çoğunluk dışarıda kaldığından içerici, telafi edici mekanizmalara ihtiyaç vardı. İşte milli görüşün patentine sahip olduğu 'sosyal belediyecilik ' böylesi bir dönemde model olma şansına kavuştu. Neoliberalizmin ezdiği, dışladığı, kenara ittiği geniş emekçi yığınlar bu modelin ürettiği telafi mekanizmaları aracılığıyla sistemin kıyısında ayakta kalma fırsatı yakalayabiliyordu. Bu model zamanla İslamcı hareketi geniş toplum yığınlarıyla buluşturdu ve çevreden merkeze doğru yürümelerini sağladı. 

Bu modeli daha başlangıç aşamasında Kayseri örneği üzerinden incelemiş olan şehir bilimci, sosyolog Ali Ekber Doğan çalışmasına 'eğreti kamusallık' adını vermişti. Çünkü kamusallığın yaşanabileceği biricik mekan kentsel uzamdı, ancak milli görüş örneğinde yaşanılan bunun en çarpıtılmış haliydi. Kamusallık bu konudaki en temel yapıt olan 'Kamusal İnsanın Çöküşünü ' yazmış Richart Sennett'e göre insanı kendi benliğinden çıkarır ve bir diğeriyle buluşturur. Mahrem alanda kişi tanıdıklarıyla bir aradadır, ancak kamusal alan bize yabancıyla karşılaşma fırsatını sağlar. Meydanlar, bulvarlar, alanlar yabancıyla göz göze gelmemize imkan verir.  
Siyasal İslamcılığın kamusu kısıtlıdır ve kamusallıktan hoşlanmaz. Siyasal İslamcılık kendini ailede, mahrem alanda güvende hisseder. Öteki tehlikeye açılan bir kanaldır. Aslında bu kamu tasavvuru salt milli görüşe özgü de değildir. Kamunun otomatik olarak devletle özdeşleştirildiği bir düşünsel iklimde kamusallığın özgürlüğe açılan kanalları çok yetersizdir. 

Üstelik bu çok sınırlı kamuda sermaye ihtiyaçlarına göre düzenlenmiştir. Çünkü kentsel mekana hakim olan sınıfların kamusallığı da sınıfsal ufuklarıyla sınırlıdır. Katılımcılıktan anlaşılan halkın kamusal alana özgürse çıkması ve kentin yönetimine dolaysızca katılımı olarak anlaşılmaz. Halk alınan kararların, uygulamaların pasif nesnesi konumundadır. Burjuva yurttaşın siyasi temsiliyeti nasıl beş yılda bir oy vermekten ibaret ise kentlinin katılımı da oy verme ile sınırlanmıştır. Katılım kanalları hakim sınıf unsurlarına açılmıştır. Yerel yöneticilerin öncelikli görevi bu hizipler arasında uzlaşıyı sağlamaktan ve pasif konumdaki geniş çevrelere bunları kabul ettirmek geçer. Kentsel alan kamusallığın bulunmadığı bir ufukta sermayenin gözüne sadece bir değerlenme alanı olarak gözükür. Kentin gelişim dinamiklerine öncelikle onların ihtiyaçları ve beklentileri damga vurur. 

Gelecek yazıda modelin pratik uygulanışına değineceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar