Barış Ve Demokratik Toplum Çağrısı Üzerine Notlar (3)
Bir önceki çözüm sürecinde demokratik kamuoyu barışı sahiplenmeye çok daha hazırlıklıydı. Ama taraflar bugün olduğu kadar hazır değildi. Bugün yürüyen, aslında bir çözüm sürecinden farksız olan sürecin asıl paradoksu bu. İktidar muhalefet ilişkileri bugünkü kadar kutuplaşmış, rejim henüz değiştirilmemiş ve otokrasi şimdiki kadar yerleşik hale gelmemişti. Bugün karşılıklı iyi niyetler dışında somut bir gelişmeden bahsedebilmek mümkün değil. Erdoğan’ın süreç karşısındaki ketumluğu devam ediyor. İşin Suriye kısmında tarafların ne üzerinde mutabakata vardıklarını bilemiyoruz. Suriye işinin daha çok su kaldıracağını söyleyebiliriz. Çünkü daha Trump Suriye’ye ilişkin ABD politikasını açıklamış değil. İsrail’in şimdiki Şam rejimine güvenmediği ve Suriye’nin tamamı üzerinde bir egemenlik kurmasına karşı olduğu ortada. İsrail Suriye’nin tıpkı Irak’ta olduğu gibi güçlü bir merkezi idareden yoksun olmasını arzuluyor ve bunun olması için de ABD üzerinde yoğun bir diplomasi yürütüyor. İsrail Şam’da HTŞ liderliğinde güçlü bir yönetimin olması halinde er veya geç karşı karşıya geleceklerine inanıyor. O nedenle Esat rejiminin selefi-cihatçılar tarafından yıkılması için her şeyi yapmalarına karşılık aynı güçlerin ülke üzerinde tam bir kontrol kurmalarını da istemiyor.
Sürecin selametle ilerleyebilmesi için bir dizi paradoksun üzerinden gelmek gerekiyor. Önümüzdeki sürecin tam bir barış sürecine evirilebilmesi için bu paradoksların aşılması şart. Aslında yaşanılan süreci bir barış süreci olarak adlandırmak bile çok zor. Barış ancak tarafların karşılıklı olarak kazanacakları ve taraflardan hiçbirinin kaybetmediğine inandığı anlarda mümkün olur. Dâhili ve harici gelişmeler buna benzer bir ortam yaratmış görünüyor. Tarafların birbirlerine üstünlük sağlayamadıkları ve bir alanda çok güçlü iken diğer alanlarda yetmezliklerinin olduğu ve işlerin bu haliyle devamı halinde bu pata durumunun kendilerinden çok başka güçlere yarayacağına dair bir sağduyularının olduğu anlaşılabiliyor. Dolayısıyla bugünkü durumu soyut bir barış talebi üzerinden gelinmediği açık. Toplumdan taraflara yönelik bir baskının kurulmadığı da ortada. Kürtler harici gelişmelerin önlerine yeni fırsatlar sunduğunu görürken iktidar otokrasinin sağladığı sessizliğe güveniyor. Ancak yaşadığımız sürecin dinamizmi bugünkü şartların böyle devam edeceğinin hiçbir garantisinin olmadığını da taraflara kabul ettiriyor. Bu açılardan içinden geçtiğimiz nesnelliğin bir resmini çıkartmaya çalışalım.
Otokrasi dâhilde hiçbir muhalefete imkân tanımıyor. Rejim değişikliğinin getirmiş olduğu, iktidar kuvvetlerini tek bir yerde toplamanın verdiği fırsatları sonuna kadar kullanıyor. Muhaliflerine göz açtırmayan bir otokratik rejim gerçekliği var karşımızda. Üstelik muhalif alanın sınırları son birkaç yıl içinde çok genişledi. Geçmişte muhalifler belli ve onlar üzerinde uygulanan baskı ve şiddet seçiciydi. Toplum bu kesimler üzerindeki şiddeti uzaktan izlemekle yetinirdi. Şimdi rejime karşı olan herkes muhalif olarak kategorize ediliyor ve otokrasinin şiddetinden etkilenebilecek olanların sayısı çok fazla. Otokrasi konuşan, düşünen herkesi cezalandırdığı gibi şiddeti bir siyasal enstrüman haline getirmiş görünüyor. İktidarın elindeki şiddet muhalefetin söylediği gibi yalnızca bir yönetememe aczinin göstergesi değil. Bunun ötesinde otokrasi uyguladığı şiddetten bir siyasi kar elde etmeyi umuyor. Muhalefet tıpkı elektro şok altındaki bir hasta örneğinde olduğu gibi aldığı darbelerin etkisi altında sersemleyerek uyuşuyor. İktidarın yargı eliyle uyguladığı şiddetin tam bir çözümlemesini yapamıyor. Muhalif kamuoyunun iktidar şiddeti karşısında direnebileceği seçimler dışında hiçbir mecra kalmamış görünüyor. İktidarın şiddeti karşısında tüm çözümler seçimlere endeksli hale getiriliyor ve seçimleri de iktidar kazanıyor. Bu tablo dâhilde iktidarı kendine çok güvenli muhalefeti ise çok sinik kılıyor.
Dâhilde kendine çok güvenen iktidar hariçte yaşadığı zafer sarhoşluklarının gelip geçici olduğunu fark ediyor. Suriye örneğinde kendilerini Şam fatihi gibi görüyorlardı. Ancak işlerin öyle olmadığını anladılar. Kendi adamı bildikleri Ahmet El-Şara’nın ayakta kalabilmek ve uluslararası meşruiyet edinebilmek için pek çok yere taviz vermesi gerektiğini görüyorlar. Otokrasinin saha da elde ettiği üstünlüğü kalıcılaştırması çok zor. Suriye Kürtleri bu denklemde uluslararası güçler açısından vaz geçilemez bir ortak haline geldi. PKK’nin silahları bırakması ve kendini feshetmesi Rojava’daki güçlerin elini kuvvetlendirdi. Muhtemeldir ki Rojava’daki Kürtler PKK gölgesinden uzaklaştıkça Batı’dan ve bölge ülkelerinden daha fazla ilgi görecekler. Gördükleri ilgi karşısında hem Şam’daki yeni rejim hem de Türkiye karşısında elleri güçlenmiş olacak. Artık bu saatten sonra ne Türkiye’nin ne de Şam’daki yeni rejimin Rojava’ya yönelik bir askeri müdahalesinin koşulları oldukça kısıtlanmış vaziyette. Bu kısır döngüden çıkmanın tek bir yolu var artık. O da tarafların birbirlerinin hassasiyetlerine tahammül göstermesi.
Dâhili koşullar otokrasinin elini güçlendirmişken aynı şeyin hariçte çok da mümkün olmadığını yeterince anlatabildiğimizi düşünüyoruz. Zaten tarafların yeni bir süreç başlatmak zorunda kalmalarının nedeni de başka bir şey değildi. PKK 2015 yılında çözüm süreci sona erdiğinde gücünü abartarak bir kent ayaklanması denemesinde bulunmuştu. Her hal ve kayıtta yersiz, gereksiz ve kendi gücünü aşırı abartmaya dayalı bu girişim çok ağır sonuçlar üreterek bastırıldı. Arkasından gelen 2016 darbe girişimi otokrasiyi daha da pekiştirdi ve sokakta muhalefetin tüm yolları kapatıldı. En küçük bir itiraz dahi şiddetle bastırıldı. Ancak Suriye iç savaşının Esat rejiminin yıkılması ile sonuçlanması ve hedef tahtasına İran’ın yerleştirilmesi bölge Kürtlerinin pozisyonunu baştan ayağı değiştirdi. Hariçte rüzgârlar Kürtlerden yana esmekteydi artık. Bu rüzgârlar esmeye başladığı anda tarihi Kürt-Türk ittifakını güncellemenin zamanı çoktan gelmişti. Bu tarihi ittifak tarih boyunca kendisini hep harici gelişmelerin zorlamasıyla güncelleyebilmişti. İşte şimdi yine böyle bir eşikteyiz. Taraflar birbirini aldatmadan, kandırmaya yeltenmeden ve yaşanılmış tarihi unutmadan süreci devam ettirebilirlerse barışa doğru ilerleyebiliriz. Basit siyasi hesaplardan evvel harici gelişmelerdeki değişimi, tarihin nesnel akışının sağduyulu bir okumasını ve tarihi ittifakın oluşma koşullarını öğrenmeye ihtiyacımız var. Karşımızdaki mesele bir dizi paradoksa kurban edilmeyecek kadar tarihi derinliğe haiz bir meseledir. Sığ yaklaşımlara prim vermemek gerekiyor.