BARIŞ ve DEMOKRATİK TOPLUM ÇAĞRISI ÜZERİNE NOTLAR (2)
Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı ile resmen ilan ettiği silahların bırakılması ve kurduğu örgütün yani PKK’nin kendini feshetmesinin yolu 1 Ekim 2024 tarihinde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin DEM Partisi sıralarına giderek selamlaşması ile başlamıştı. Muhtemeldir ki İmralı’da devlet heyeti ile Öcalan arasındaki görüşmeler belirli bir kıvama gelmiş ve Bahçeli işin kamu diplomasisi kısmını üstlenmişti. Sürecin başlaması akla pek çok sorular getirdiği gibi ciddi tereddütler de yaratmıştı. Türk milliyetçiliğinin en şedit savunucusunun sürecin görünür yüzünü üstlenmiş olması zaten yeterince şaşırtıcıydı. Devlet içindeki iktidarın temsilini ve sözcülüğünü üstlenen Erdoğan bu işin neresindeydi acaba? Bir öncekinde olduğu gibi başlayan süreç peşi sıra iktidar muhalefet ilişkilerinde bir yumuşamayı, toplumun tartışmalara nisbi de olsa bir katılımını, kamuoyunu hazırlamak için akil insanlar heyetinde olduğu gibi sivil unsurların sürece eklemlenmesini getirecek miydi?
Bu sıraladığımız faktörlerin hiç birisine bu yeni başlayan süreçte rastlanılmayınca daha en baştan kamuoyu sürece olan ilgisini kaybetmeye başlamıştı. Üstelik süreç devam ederken genel olarak muhalefet üzerindeki baskılar şiddetini azaltmadan devam ediyordu. Kamuoyu refleksleri bir önceki sürece göre biçimlendiğinden olan bitenler özellikle muhalif kitlelerde büyük kaygılar uyandırıyordu. Bahçeli yaptığı açıklamalar ile sürecin sigortası gibi görünüyordu. O ise en fazla bin yıllık kardeşliğin tazelenmesinden bahsediyor ve Öcalan’ın kayıtsız şartsız bir biçimde örgütünü feshetmesini talep ediyordu. Erdoğan’ın ise ağzını bıçak açmıyordu. Erdoğan sürecin adını bile ağzına almıyor ve meseleyi terörün sonlandırılması ile Türkiye’nin elini kolunu bağlayan bir prangadan kurtulması olarak koyuyordu. Ve hatta saray adına konuşan danışmanlar Kürt sorunu diye bir sorunu bile tanımıyorlardı. Türkiye’de kimsenin farkında olmadığı bir ‘sessiz devrim’ gerçekleşmiş ve bu arada Kürt sorunu da bir sorun olmaktan çıkmıştı.
Uzunca bir süredir CHP eksenli muhalefetin giderek bir belediyeler partisi haline gelmesinden kaynaklı olarak siyasal iktidar kurgusunu ve motivasyonunu kaybettiğinden bahsediyoruz. CHP siyasal enerjisinin neredeyse tamamını parti içi hesaplaşmalar ve kurultay pazarlıklarıyla tüketiyordu. CHP örgütleri birer siyaset üretim merkezleri olma özelliklerini kaybedeli bir hayli zaman olmuştu. Örgütler siyasetin tartışıldığı, siyasetin üretildiği yerler olmaktan uzaklaşmış belediyelerin olduğu yerlerde birer istihdam bürolarına dönüşmüştü. Belediye başkanları ellerine geçirdikleri kamu gücü sayesinde siyasal düşünmekten uzaklaşmış örgütleri kolayca sultaları altına alabilmişti. CHP başlayan sürece olan ilgisini genel başkanın ağzından en üst perdeden açmış olmasına rağmen giderek anlattığımız malum nedenlerle kendi gündemine sıkışmıştı. Türkiye’nin etrafındaki gelişmeler, statükoların çökmesi, rejim değişiklikleri parti kamuoyu tarafından ilgisizce izlenilen şeylerdi.
Biz Ekim ayında süreç görünür hale geldiğinde ‘neler oluyor’ başlıklı seri yazılar ile süreci anlamaya ve anlatmaya çalışmıştık. Süreç içerideki gelişmelerden ziyade dışarıdaki gelişmelerin tazyikiyle başlamıştı. HAMAS’ın askeri kolunun düzenlediği El Aksa Tufanı ile birlikte bölgedeki cin şişesinden bir daha geri dönüşü olmayacak biçimde çıkmıştı. Dolayısıyla bu yeni süreçte tıpkı öncekinde olduğu gibi Türkiye’nin iç dinamiklerinin zorlamasıyla ortaya çıkmamıştı. Öncekinde Suriye iç savaşının getirdiği belirsizlikler ile Suriye Kürtlerinin yaşadıkları bölgede fiili egemenliği ellerine geçirmiş olmaları etkili olmuştu. 2013-2015 sürecinde Suriye eksenli yürütülen pazarlıklar sonuç vermediği anda Dolmabahçe’de kurulan masa da devrilmişti. Bugün Öcalan’ın açıklamasıyla başlayan süreçte de dış dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyoruz. Öcalan’ın barış ve demokratik toplum çağrısındaki tespit ve öneriler hem Öcalan’ı hem de örgütünü yakından tanıyanlar için yeni ve şaşırtıcı şeyler değil. Öcalan özellikle İmralı’da köklü bir teorik, kuramsal dönüşüm geçirdi. Bir toplumsal ideal olarak sosyalizm hedefini belirsiz bir geleceğe ertelediği gibi dünyayı anlamanın bir kılavuzu, yöntemi olarak Marksizm’i de bir yana bırakmıştı. Ama o elbette bunun böyle olduğunu söylemiyordu. Öcalan reel sosyalizmi aşmış, sosyalizmi demokrasi ile buluşturmuş ve Marksizm’i yenilemişti. O nedenle söyledikleri yeni şeyler değildi.
Öcalan bütün iddialarına rağmen ve örgütü tarafından yapılan kutsallaştırmalara karşılık bir teorisyen, bir kuramcı değildi. Öcalan kendini Ortadoğu sahasında yetiştirmiş ve halkı ile bölge dinamiklerini çok iyi bilen bir politikacı. Politikacı özelliği her zaman ağır bastığı için de politik pragmatizme ve esnekliğe sahipti. Her politikacı da olması gereken bir özellik olarak politikanın sadece güç ile yapılacağına inanıyordu. Güç ise değişen koşullara uyum sağlamayı, bir çıkış yaratmak için iğne ucu kadar imkânları bile değerlendirmeyi gerektirir. Öcalan için bu anlamda politikada katılıklar, vazgeçilmeyecek tutumlar yoktur. Teori veya kuram politikaya esneklik sağladığı kadarıyla vardır. Teori politikanın önceliği altında iş görür. Bu anlamda Türkiye solu bile Öcalan’ı anlamakta zorlanır. Çünkü politika yapabilmek için taassuptan uzak durmak gereklidir. Oysa sol yediği darbeler, yaşadığı yenilgiler nedeniyle giderek sekt haline gelmiştir. Bir sekt için asli olan varlığını sürdürmek ve ayakta kalmayı başarmaktır. Bu ruh hali bir sekti ideolojisini iman, inanç düzeyine yükseltmeye kadar vardırır. Bunun zorunlu olduğu dönemlerde vardır hiç kuşkusuz. Sol politika dünyayı değiştirmeyi öncelik edindiği için hâkim sınıflarla ve onların aygıtı devletler ile çelişki halindedir. Hâkim sınıflar solun politika yapacağı tüm kanalları tıkamak, kitleselleşmesini engellemek için sürekli engeller çıkartır. Sol bu engelleri aşmak isterken teori-ideoloji-politika ayarını iyi yapamadığında savrulmalar yaşar.. Ancak kitleselleşen hareketler kitlelerin verdiği güç ve dinamizm ile politikada daha esnek olurlar. Çünkü kitlelerini eğitmiş ve dönüştürmüşlerdir. Kitle ile siyasal önderlik arasında efsunlu bağlar kurulmuştur. Weber buna karizma diyordu.
Dağınık gittiğini düşündüğünüz yazıyı toparlayalım. Öcalan’ın yaptığı açıklamaya verilen uluslararası tepkilerden Öcalan’ın hangi kilidi açtığını, kendi elleriyle kurduğu örgütünü feshetmeleri için örgütüne kongre çağrısı yaparken siyaseten neyi kazanmak istediğini anlamak mümkün. ABD’den AB’ye, Almanya’dan Fransa’ya kadar büyük emperyalist güçler çağrıyı desteklediklerini ve artık PKK’nin kendini feshetmesinin zamanının geldiğini söyledi. Hatta Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsünün yaptığı açıklama içlerinde en manidar olanıydı. Sözcü bu açıklama ile 'artık Türkiye’nin elinin rahatladığını ve Kuzey Suriye’deki ortakları üzerindeki baskıyı hafifletmesi gerektiğini' söylüyordu. Bölgesel aktörler olan Federe Kürt yönetimi temsilcileri ise sürecin zaten parçası.
Şunu söyleyerek yazıyı bitirelim. Önceki gibi bu süreçte dış dinamiklerin bir ürünüydü ve merkezinde Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgenin statüsü vardı. PKK’nin varlığı giderek anlamsızlaşmış ve buradaki statünün uluslararası güçler tarafından tanınırlığının önündeki engel haline gelmişti. Şimdi PKK’nin bir kongre ile kendi varlığını feda etmesi anlaşılan o ki Rojava’yı güvence altına alacak bir sürece hız verecek. Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999 tarihinde Kenya’da CIA tarafından MİT’e teslim edildiğinde Kürtler o günü karanlık bir gün olarak yaşamış ve Öcalan’ın teslimini ‘uluslararası komplo’ olarak nitelemişlerdi. Şam’ı terk etmek zorunda kalan Öcalan uluslararası komplo nedeniyle sığınacak hiçbir yer bulamamıştı. CIA onu Türkiye’ye asılmaması karşılığında teslim etmişti. Şimdi Kürtler PKK’nin feshi karşılığında Rojava’yı garanti altına alacak bir uluslararası desteği arkalarına almış görünüyorlar. Devam ederiz…