Babalar Ve Çocuklar
Yazının başlığı Turgenyev’in aynı adlı romanından mülhem ise de Murat Belge’nin de dediği gibi roman Türkçe ’ye ‘ Babalar ve Oğullar ‘ olarak çevrilmişti. Pederşahi, ataerkil bir toplum olmamız kuşkusuz bunda etkili olmuştur. Çünkü Babalar’ın çocuklarıyla ilişkisinde aslolan oğullardır. Gerçi Turgenyev’in roman kahramanları da asıl olarak oğullardır. Romana ve Turgenyev’e yeniden döneceğiz.
Çok yakın bir tarihte babalar günü kutlandı. Eş-dost, tanıdık-tanımadık çok kimse babalarıyla olan ilişkilerini hasretle, özlemle yâd etti. Herkes bilindik baba imgesine halel getirmeden, alışık olduğumuz şablonları tekrarladı. Baba ‘ koruyucuydu, bağışlayıcıydı, fedakârdı, bizi bizden çok düşünendi ve hayatta güvenip sırtımızı yaslayabileceğimiz ‘ biricik varlıktı. Biz bu kalıplarla o kadar çok karşılaşınca durumdan rahatsızlık hissettik. Baba çocuk ilişkisi bu kadar sorunsuz olamazdı. Bunun nedeni ya geleneksel sorgulama eksikliğimiz yâda babalık figürünün dâhil olduğu ataerkinin bu topraklardaki karşı konulamaz gücüydü. Çoğunluk babayla sorunsuz olduğu düşünülemeyecek ilişkisini çok rahat temize çekebiliyordu. Bu meseleler üzerine düşünürken Jale Parla’nın ‘ Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri ‘ adlı önemli yapıtını okumaya başlamıştık. Parla’nın kitabı en son da söyleyeceğimizi şimdiden söyleyecek olursak çok kışkırtıcı bir çalışma.
Parla kitabında Tanzimat’a dair pek çok yargıyı tersyüz ediyor. Asıl cevabını aradığı soru Tanzimat romancısı kimdir, neyin peşindedir, roman aracılığıyla ne yapmak istemektedir, yapıtını üretirken hangi epistemik öncüllerden hareket etmektedir. Osmanlı’nın 1839 ile 1876 yılları arasındaki dönemi Tanzimat olarak adlandırılır. Devellioğlu Lügatine göre Tanzimat ‘ düzeltmeler, düzenlemeler, düzen vermeler, yoluna koymalar (…) ; edebiyatımızın Batı medeniyetinin tesiri altında gelişen ve Tanzimat’ın ilanından 20 yıl kadar sonra yani 1860’da başlayan ve Edebiyat-ı Cedide’nin başladığı tarihe kadar devam eden dönemi ‘dir. Yaygın bilgiye göre Tanzimat yenilikçidir, Batıcıdır ve Batı mukallitliğinin yani taklitçiliğinin yaygınlaştığı bir dönemdir. Doğu’nun dünyasına ait olan Osmanlı’da Tanzimat’la beraber bugün hala etkileri devam eden dikotomiler ortaya çıkmıştır. Batılılaşmaya taraftar olanlar Tanzimat’ın yanında yer alırken karşı çıkanlar bu dönemi ‘ bize özgü olanın ‘ yitirilmesinin başlangıcı kabul eder.
Parla tartışmayı döneme rengini vermiş iki edebiyatçı üzerinden yürütür; bunlar Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’dir. Her ikisinin de özellikle romanlarını inceleme konusu yaparak, epistemelerini ortaya çıkarmaya çalışır. Sahiden de Batılı mıdırlar, Batılı bilgiyle mi düşünürler, edebiyatçı olarak Batı etkileri karşısında kahramanlarını nasıl konuştururlar? Parla Tanzimat’ın Osmanlı aydını için gerçek bir yenileşme değil bu görüntünün arkasında ‘ (…) uğursuz bir yenilmişlik ve yabancılaşma olarak deneyimlendiğini ‘ söyler. ‘Tanzimat çoğu zaman sanılanın aksine, yapanlar tarafından, bir modernleşme programının parçası olmaktan çok, Osmanlı haşmetinin ihyasına, yani nizam-ı âleme yönelik bir hareket olarak anlaşılmalıdır.’ Tanzimat’ın epistemesi yani bilgi ile kurduğu ilişki de akli değil naklidir. Nakli bilginin aktarıldığı kutsal kitap, ayet ve hadisler dünyayı kavramanın öncülleridir. Dünya ve hayat, ancak bu öncüllerden kalkarak anlaşılabilir. İddia edildiği gibi bir dikotomi yani ikilik değil, Doğulu bilginin hâkimiyeti söz konusudur.
Parla, Namık Kemal ve Ahmet Mithat romanlarını işte bu epistemik çerçevede incelemeye girişir ve romanın ardındaki kişinin yani yazarın bir ‘ baba ‘ kimliğine büründüğünü iddia eder. Tanzimat romancısının hem yarattığı karakterlerle hem de karileri olan okurlarıyla ilişkisi tipik bir baba ilişkisidir. Yazar Batılılaşmanın etkilerine karşı yarattığı karakterleri sürekli uyarır, kendi olmalarına izin vermez, doğrudan müdahale ederek yoldan çıkmış olanları hizaya getirir. Batılılaşma yoldan çıkarıcıdır, beraberinde düşkünlüğü, ahlaksızlığı getirir. Bu düşkünlük kendini ‘ şehavet ‘ şeklinde, tenselliğe aşırı ilgi ve alaka olarak gösterir. Ahlaki düşkünlük, gövdeye hapsedilmişlik ve bunun sonucunda yaşanılan felaketler Batılı olmanın mütemmim cüzüdür. Batı romana kadın karakter olarak girer ve çoğunluk gayrimüslimdir. Müspet karakterler cemaat ahlakıyla uyumludur. Camianın kendilerine biçtiği rolün dışına çıkmaya cesaret etmezler. Tanzimat romancısı adeta bir baba gibi okuruna yol göstermekte, geleneksel ahlaka itaat etmesini salık vermekte, Batı’nın ayartılarına kanılmaması konusunda sürekli uyarılarda bulunmaktadır. Karakterler bu nedenle ‘tip ‘ ve ‘ kahraman ‘ düzeyine yükselemezler. Kanlı canlı, yaşayan insan olmaktan uzaktırlar. Akıl ve gövdeden yoksun salt ‘ ruh ‘ olarak var olurlar. Yazar için okurları ergin olmaktan uzak daha büyümemiş çocuk gibidir. Kendi akıllarıyla düşünemez, bağımsız davranamaz bir çocuğun nasıl elinden tutacak bir babaya ihtiyacı var ise yazarda okurlarının nasıl düşünmesi gerektiğine sürekli karışır. Bu nedenlerle Tanzimat’ta birey yoktur, fert yoktur ve bunların bulunmadığı yerde cemiyette yoktur.
Parla gerçek bireyin, kişinin Beşir Fuat ile birlikte ortaya çıktığını savlar. Beşir Fuat Osmanlı’nın ilk materyalistidir. Batı epistemesi son tahlilde duyumcudur. İngiliz ampirizmi ve 18.yüzyıl Fransız materyalizmi Aydınlanma felsefesinin kurucu unsurlarıdır. Bu felsefi miras sayesinde eşyanın ruhtan bağımsızlığı sağlanmış, bilimsel deney ve buluşların kapısı aralanmıştır. Doğa insan zihninden bağımsız bir süje kabul edildiğinde artık teknolojik devrimler çağına da girilmiştir. Osmanlıda bu işler, ancak askeri tıbbiyenin kurulmasıyla başlamıştır. Tıbbiyede insan anatomisi teşrih masasına yatırılıp kesilip biçilmeye başlandığı anda gövdenin mekaniği de keşfediliyordu. Şairler, edebiyatçılar, gazeteciler nakli ilimleri temel alırken işte bu tıbbiye çıkışlılar Osmanlının ilk materyalistleri oluyordu. Akıl bedenin işleyişini öğrenmek için yegâne araçtı. Akıl ve ruhtan bağımsız bir de ten vardı. İlk defa Beşir Fuat ve Nabizade Nazım ile Osmanlıda kanlı canlı bireyler ortaya çıkmaya başladı. Onların yazardan bağımsız bir varoluşları vardı. Yazar kahramanının bilinç akışını serbest bırakıyor, bilincine dışardan müdahale etmediği için tipler ortaya çıkıyordu.
Beşir Fuat Osmanlının ilk materyalisti olmanın bedelini çok acı biçimde ödedi. Gövdenin hakkını vermek için intiharını an be an kayda geçirdi. Batı epistemesini benimsemek içinde yaşadığı kültürle, gelenekle ve her şeyden önemlisi dini inançla onu derin çelişkilere düşürdü. Bunu ilk fark eden Ahmet Mithat olmuş ve çizgisinden vazgeçirmek için reddiye yazmıştır. Beşir Fuat Tanzimatçıların romantik Victor Hugo ve Lamartine hayranlığına prim vermez o Voltaire’cidir. Akla, düşünce ve ifade özgürlüğüne iman eder, deisttir. Askeri idadi ve Harbiye’de okumuştu, üç yabancı dil biliyordu. Çıkardığı mecmuaya ‘ Güneş ‘ adını koymuştu. Bu isim aslında onun bütün çabasını ele veriyordu. Yazar bilinen kalıplara, alegorilere değil, gerçeğe, somut olana yüzünü dönmeliydi. Edebiyatta Zola’nın Nana’sını örnek alıyor ve teknik olarak Natüralizme öykünüyordu.
Babalar günü vesilesiyle kafamızdaki meselelerin bir kısmını yazıya aktarmış olduk. Ahmet Mithat’ın, Namık Kemal’in popülerlikleri, Beşir Fuat’ın kıyıda kalmışlığı düşünüldüğünde çok fazla değişen bir şey yok. Mithat’ın ve Kemal’in çocukları olmak ve onları edebi babalar kabul etmek hala çok revaçta. Yalçın Küçük gibi eksantrik bir adam bile mahkeme salonlarında kimlik tespiti yapılırken Namık Kemal’in babası olduğunu gururla söylerdi. Ahmet Mithat muhafazakârların edebi babası iken, Namık Kemal’de ulusalcılar dâhil pek çok çevrenin milli ikonlarından biri. Babaya diklenmek, onunla ilişkiyi sorunsallaştırmak, hele isyan etmek zinhar yapılmaması gereken şeyler. İster biyolojik ister sembolik babanın verdiği rahat ve güveni başka hiçbir şeyle ikame edemiyoruz. Bu nedenle paternalistik, ataerkil bir dünyanın dışına da adım atamıyoruz.
Turgenyev ile devam edeceğiz.