Avrasyacılığın soykütüğü
Önceki yazıda ifade ettiğimiz gibi Rusya ne zaman Avrupa karşısında küçük düşmüş, dışlanmış ise Batıcılık gerilemeye Slavcılık ve Avrasyacılık politik elitler arasında ağırlık kazanmaya başlamıştır. 1856 yılındaki Kırım Harbi Osmanlı ile Rusya arasındaki geçmişi neredeyse iki yüzyıl öncesine kadar giden jeopolitik rekabetin dönüm noktalarından birisi olmuştu. Daha otuz yıl önce Kavalalı'nın İstanbul'a doğru ilerleyişi sırasında Batılı güçler 2.Mahmut’u yalnız bırakırken reformist Sultanın imdadına Ruslar yetişti. Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Osmanlı ile Ruslar Karadeniz'de yeniden karşı karşıya geldi. O dönemin büyük devletleri İngiltere ve Fransa savaşta Osmanlıyı destekleme kararı aldı. Savaşı Osmanlı ve ittifak yaptığı devletler kazandı. İmparatorluğun Batılı kimliği savaş sonunda kesinlik kazanırken Osmanlı’da Avrupa devletler sistemine dahil edildi. Rusya Avrupa'dan dışlandı. Avrupa'nın büyük güçlerinin hiç biri Ruslara destek vermedi.
Yenilgi Slavcılar ile Batıcılar arasındaki kavgayı azdırdı. Kırım harbi sonrasında Slavcılar Rus entelektüel hayatında hakimiyet kurmaya başladı. Avrasyacı düşüncenin ortaya çıkması içinse 1.Dünya Savaşını ve Ekim Devrimi'ni beklemek gerekiyordu. Avrasyacı düşünce devrim nedeniyle Rusya'dan ayrılmak zorunda kalan sürgünler arasında gelişmeye başladı. Bunlar arasında önemli bir coğrafyacı ve iktisatçı olarak sivrilen Piotr Savistki (1895-1968) ‘Uralların Rusya'yı Avrupa ve Asya olarak ikiye böldüğü düşüncelerini reddederek üçüncü bir kıtanın Avrasya'nın olduğunu’ ileri sürdü. Bu kıtanın merkezindeki ülke Savistki'ye göre Rusya'ydı. Bir coğrafyacı olan düşünür kıtanın bitki örtüsü açısından türdeşliğe sahip olduğunu belirtiyordu. Bu Kıta yüzlerce yıl dünyanın merkezi olmuştu. Avrasyacılığa dilbilimsel açıdan yaklaşan Nikolas Trubestkoy ise kıtanın kendi içinde bir dilsel uyumluluğa sahip olduğu iddiasında bulunur. Avrasyacılık bu düşünürler için Asyalı kimliğe sıkıca tutunmak anlamına gelir. Moğolların büyük imparatoru Cengiz Han kurucu atalardan sayılır. İslam hor görülmez, dışlanmaz. Şanlı geçmişin, tarihin parçası kabul edilir. Rusya'nın Asya'ya ait toprakları ciddi bir Müslüman nüfus barındırdığı için İslam birlikte yaşanılması gereken kültürel değer olarak düşünülür.
Avrasyacı düşünürlerin ilk kuşağı Ekim Devrimi nedeniyle yurt dışına kaçmış olsalar da ülkelerinden ayrılma nedenleri asıl olarak ideolojikti. Ekim Devrimi'nin getirdiği komünist dünya görüşüne karşıtlıklarından sürgüne çıkmışlardı. Ancak jeopolitik açıdan devrimin kendisini kategorik olarak karşılarına almıyorlardı. Çünkü devrim kısa süre sonra Batılı kapitalist güçler tarafından kuşatmaya alınmıştı. Bolşevikler Batı'daki devrimlerin başarıya ulaşması için her türlü fedakarlıkta bulunuyordu. Devrim Batı'nın hakim paradigmasını tam anlamıyla karşısına alıyordu. Yine devrim Doğu'da, Asya'da tarihin dışında bırakılmış halklar için modern tarihe giriş biletiydi. Batı'daki devrimler kısa süre sonra başarısızlıkla sonuçlanırken Asya halkları büyük bir devrimci atılım içerisine giriyordu. Bolşevikler başlangıçta bu halklara ayrılma hakkı dahil tam eşitliğin bütün fırsatlarını sundu. Bu nedenle Avrasyacı düşünürler devrimin Doğu'lu, Asya'lı kimliğini hoşgörüyle kabulleniyordu. Devrim ayrıca kıtanın tamamını içine çekerek büyük bir karasal güç ortaya çıkarmıştı. Jeopolitik düşüncenin güç merkezli tarih ve strateji okuması açısından ortaya çıkan ülke büyüklük açısından büyüleyiciydi.
Avrasyacılık Sovyetler çökünceye kadar ne bürokrasi içerisinde ne de entelektüel sınıf arasında dikkat çekici bir fikriyat haline gelmedi. 1991 yılında Sovyetler resmi olarak dağıldı. Bir süre sonra eski Cumhuriyetler Bağımsız Devletler Topluluğu çatısı altında yeniden bir araya geldi. Fakat bu gevşek bir birliktelikti. Topluluk içindeki devletlerin bir kısmı milenyum yaklaşırken topluluktan tekrar ayrılmaya başladı. Rusya bu on yılı büyük bir kaos içinde geçirdi. Batıcılık dönemin yeniden hakim cereyanı oldu. İktisadi olarak neoliberalizm, ideolojik olarak sivil toplumculuk yeni elitlerin gözde tercihleri olmuştu. Bütün değerlerin çöktüğü, yenisinin yaratılamadığı bu dönemde Rusya dünya sisteminin sıradan bir üyesi haline geldi. Bürokratların kurnaz ve zeki olanları oligark olma yolunda son sürat ilerliyordu. Neoliberal reçeteler elde olan her şeyi özelleştirip talana açarken, halkın yoksulluğu, sefaleti trajik görünümler alıyordu. Sovyetler iki bloklu dünyanın süper gücünden biriydi. Şimdiki Rusya ise ne Çarlığın ihtişamına sahipti ne de Sovyetlerin azametine. Rusya'nın dünya sistemindeki etkisizliği, gözden düşmüşlüğü, zavallılığı büyük güç özlemcilerini içten içe kemirmeye başlamıştı. Avrasyacı düşünce işte bu arayışlar içinde bir eğilim olarak boy göstermeye başladı. 90'lı yıllar Rus halkı için utanılacak yıllardı. Tarihlerinin hiç bir döneminde bu kadar küçük düşürülmemişlerdi. Napolyon'da, Hitler'de bu halkı teslim alamamıştı.
Dönemin Avrasyacılığının fikri önderliğini Türkiye'de de iyi tanınan Aleksandr Dugin yaptı. Dugin tipik bir aşırı sağcı hatta faşistti. Bir jeopolitikçi olarak dünyayı mekan üzerinden tahayyül ediyordu. Jeopolitiğin temel kavramlarını sorgusuz kabulleniyordu. Özgün olarak da bu kavramlara mistik içerikler yüklemeye çalışıyordu. Yaşam sahası, seçilmiş halk, tarihsel misyon, Ortodoksluk Dugin fikriyatının kurucu kavramlarıydı. Dugin Atlantikçilik'ten, Anglo- Sakson kapitalizminden nefret ediyordu. Totaliter bir devlet idealine sahip olmakla birlikte kapitalizmle herhangi bir sorunu yoktu. Küreselleşmenin Rusya'ya zarar verdiğini düşünür. Batılı aşırı sağ düşünürlerle yakınlık kurmaktan kaçınmazdı. Dugin Türkiye'de Avrasyacı düşüncenin en kıdemli temsilcisi olarak tanınır. Bir kısım kitapları dilimize de çevrildiğinden ona müstakil bir yazı ayıracağımızı söyleyerek bu faslı şimdilik keselim.
Bir başka Avrasyacı düşünürde şair Nikolay Gumilyov ile ünlü kadın şair Anna Ahmatova'nın oğlu Lev Gumilyov'dur. Gumilyov Avrasya halkı kabul ettiği için Türk tarihi üzerine de eserler yazmıştır. Külliyatıda Türkçe'ye çevrilmiş bulunuyor. Sanıldığının aksine Putin üzerinde Gumilyov'un etkisi daha fazladır. Türkiye'deki Avrasyacı çevreler Dugin'i Putin'in akıl hocası olarak pazarlamaya çalışıyorlarsa da Rus kaynakları Putin'in FSB Başkanı iken Gumilyov'un düşünceleri üzerine çalışan bir çevreye dahil olduğunu güvenilir kaynaklara dayanarak ileri sürmüştür. Gumilyov ' determinist halklar biyolojisi' denilen düşünceyi ortaya atar. Coğrafyanın halklar üzerindeki etkisi İbni Haldun'dan Montesguieu'ye kadar birçok önemli düşünür tarafından ileri sürülmüştü. Coğrafyayı başat görenlerden farklı olarak Gumilyov 'çevrenin insan üzerindeki etkilerine değil genetiğe inanır.' Yani coğrafya, çevre halkların genetiğine kadar nüfuz etmektedir. Her halkın farklı genetik oluşumu vardır. Gumilyov'un bu düşünceleri ile Dugin'in mistisizmi arasında fazla bir uzaklık yoktur aslında. Dugin Rusların Tanrı tarafından misyonlarını yerine getirmek üzere seçilmiş bir halk olduğunu söylerken Gumilyov kozmik etkilere maruz kalmak üzerinde durur. Her türlü yaşam enerjisinin kökeninde bulunan ve Gumilyovcu bir kavram olan passionarnost (coşumculuk) olmadan halklar ileri atılma, öncü olma güç ve cesaretini gösteremez. Burada artık sosyal biyoloji devreye girmektedir. Rus üstünlüğünün kaynağı başka bir şey değil bu etno-genesis mirastır.