Amerika'nın İsrail'e koşulsuz desteğinin nedenleri (2)
Realist bir gözle bakıldığında ABD’nin Ortadoğu politikalarının ulusal çıkarlarına hizmet etmediğini ispatlamak fazla zor değildir. Dünyanın hegemonik gücü haline dönüştüğü ilk dönemlerde bölge politikaları ulusal çıkar öncelikliydi ve rasyonel bir zemine oturuyordu. Fordist birikim rejiminin vazgeçilmez bir enerji kaynağı haline getirdiği petrolün güvenli biçimde uluslararası piyasalara ulaştırılması ABD’nin öncelik verdiği ilk başlıktı. Basra Körfezi’nin güvenliği ve körfeze kıyısı olan ülkelerden herhangi birinin petrol tekeline sahip olmaması stratejik öncelikti. ABD bu başlığın kendine ve himayesi altına aldığı dünya kapitalist sisteminin işleyişine ne kadar büyük zarar verebileceğini 1973 yılındaki petrol krizi sırasında görmüştü.
Bir diğer başlık kontrolü altındaki ülkelerin ‘ulusal kalkınmacılık’ yoluna girerek ABD politikalarından bağımsızlaşması ve Sovyet Blokuna yaklaşmasıydı. ABD bunu engellemek için darbeler ve provokasyonlar dâhil her yol ve yönteme başvurdu. 1951 yılında iktidara gelen Musaddık’ı, iktidardan indirip Şah’ı İran’da yeniden başa getirmek için 1953 darbesine destek oldu. Mısır ve Suriye’deki Baas yanlısı iktidarları kuşatma altına almak için Ortadoğu’da Türkiye, İran ve Irak arasında bir pakt kurulmasına öncülük etti. Bu pakt bölgedeki Amerikan çıkarlarına hizmet etmek maksadıyla kurulmuştu.
Bir üçüncü başlık ise bölge ülkelerinden her hangi birinin nükleer silahlara sahip olmamasıydı. Buna sahip olan ülke ABD ve müttefikleri karşısında bir tür dokunulmazlık elde etmiş olacaktı. Daha 60’ların başında İsrail’in nükleer silah üretebilecek bir aşamaya gelmiş olması ABD’yi rahatsız etmiyordu. İsrail’in ulusal çıkarları ABD açısından bu sıraladığımız başlıklar kadar öncelikli değildi. Ama özellikle 1967 yılındaki altı gün savaşlarından sonra İsrail’in güvenliği ABD açısından ilk sıraya yerleşti. Bugüne kadar hiçbir ABD Başkanı’nın gücü de bunu değiştirmeye yetmedi. Ne Camp David görüşmeleri ile İsrail ve Mısır’ı barıştırarak Filistin sorununda bir ilk adımı atmaya niyetlenen Carter’ın çabaları ne de Oslo görüşmelerine bizzat aracılık eden Clinton’un gücü İsrail’i Filistin konusunda adım atmaya ikna edemedi. İsrail’i yöneten Siyonist klikler için nihai öncelik büyük İsrail’i yaratmaktı ve bu konularda Filistin halkına en küçük bir ödün verilemezdi. ABD’deki İsrail lobileri içinde aynı amaç geçerliydi ve hedef ABD liderliğini buna inandırmaktı. Bugünden geriye bakıldığında başarılı olduklarını ve her dediklerini yaptırdıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İsrail, ABD açısından giderek öncelikle gözetilmesi gereken ülke haline geldi. Aralarındaki ilişkiyi stratejik müttefiklik ile açıklamak mümkün değildir. Çünkü bir stratejik ilişkinin sürdürülmesinden tarafların karşılıklı çıkarları vardır. İlişkinin sürdürülmesine tarafların ulusal çıkarları izin verir. Bugün ABD ile İsrail arasındaki ilişkide böyle bir şeyden söz edebilmek mümkün değildir. Bu ilişki tek yanlı biçimde İsrail’in çıkarlarına hizmet etmektedir. İlişkinin İsrail’in çıkarlarına hizmet etmesi ABD’nin bölgede bir düzen kurmasını engellemektedir.
Örneğin Irak’ın işgali kime hizmet etmiştir? ABD 80’li yıllarda Irak ile İran savaşırken hep Irak’ı destekledi. Anti-Amerikancı Molların karşısında Irak’ın desteklenmesi elbette ABD’nin ulusal çıkarlarına hizmet ediyordu. Ama Saddam, Amerikan Büyükelçi’sinin göz yumması ile Kuveyt’i işgal edinceye kadar Amerikan çıkarlarına en küçük bir zarar vermemişti. İlk Irak operasyonunu Amerika’nın sonradan haydut devlet ilan edeceği Suriye dahi desteklemişti. İran’da Saddam’ın devrilmesinden rahatsız değildi. İşgalin gerekçesi yapılan Saddam’ın nükleer silahlara sahip olduğu ve El Kaide’yi himaye ettiği argümanlarının birer palavradan ibaret olduğu çok sürmeden anlaşılacaktı. Anılarını yazan CIA ve Dışişleri görevlileri Irak’ın işgalini ve parçalanmasını en çok İsrail’in istediğini söyleyeceklerdi. Irak’ın parçalanması bölgesel olarak en çok İran’ın hesabına geldi. Saddam’ın yıkılması ile birlikte bölgedeki Şii hilali kendiliğinden ortaya çıkıvermişti. Saddam’ın ki bir azınlık iktidarıydı ve Şiiler ile Kürtlerin baskılanmasına dayanıyordu. Tarihsel geçmişi ve kendine özgü dinamikleri olan bir ülkeyi kâğıt üzerinde dönüştürebilirsiniz, ancak pratikte işler hiç de umduğunuz gibi gitmez. İşgalin üzerinden çok fazla zaman geçmeden ABD liderliği Irak’ı nasıl terk edip gideceğini düşünmeye başlamıştı.
Saddam’ın devrilmesi İsrail’in güvenlik endişelerini kısa bir süreliğine yatıştırabilmişti. İsrail işgali desteklemiş ise de en büyük korkusu olan İran ile de komşu olmuştu. İran’dan başlayan Şii yayı Suriye ve Lübnan üzerinden geçerek İsrail’in kuzey sınırlarına dayanmıştı. ABD’nin Irak’ı terk etmesinden sonra nüfuzun %65’ini oluşturan Şiiler iktidarın en büyük ortağı haline gelmişti. İsrail’in şeytanlaştırmaktan kaçınmadığı Saddam gitmiş yerine İran ile yakın ilişkiler içinde bulunan Şiiler iktidara gelmiş ve Irak üzerindeki İran nüfuzu hiç olmadığı kadar artmıştı. Suriye, Saddam’ın devrilmesine destek vermesine rağmen İsrail’in haydut devlet listesinden çıkmayı başaramadı. Çünkü Suriyelilerin gözünde İsrail’in kendisi işgalciydi. 1967 Savaşlarında Suriye’nin elinden aldığı Golan tepelerini iade etmeye hiçbir zaman yanaşmadı. Suriye için İsrail ile barışmanın tek yolu Golan tepelerinin iadesinden geçiyordu çünkü buralar kendi topraklarıydı. İsrail’in bu konudaki umursamazlığı Suriye’yi otomatik olarak İran’ın yanına itiyordu.
İsrail, Lübnan’da ise Hıristiyanları iktidara getirmek istiyordu. Lübnan’ın çok etnili, mezhepli, inançlı, kozmopolit yapısını umursamıyordu. Sünni Müslümanlar ile Şiileri dışlayan bir politika izliyordu. Kendi güvenliği için sınır ihlalleri yapıyor 1967 savaşlarından sonra Lübnan’a sığınmak zorunda kalmış FKÖ’yü buradan atmak istiyordu. Lübnan Şiileri Ortadoğu’nun bu kaygan zemininde kendilerine doğal müttefik olarak İran seçtiler ve ondan destek almaya başladılar. Gördüğümüz gibi İran’dan başlayan ve İsrail’in kuzeyine kadar gelen Şii yayının oluşmasına İsrail’in Siyonist politikaları sebebiyet vermişti.
Şu anlattıklarımız Irak’ın işgalinin ABD çıkarlarına değil, İsrail çıkarlarına hizmet ettiğini yeterince göstermiştir. Ama burada söz konusu olan İsrail halkının da çıkarları değildir. Tüm halklar gibi Yahudi halkının da tarihsel topraklarında barış ve güvenlik içinde yaşamak en doğal hakkıdır. Ancak Siyonizm İsrail Devletine asıl karakterini veren düşüncedir. İsrail halkı devletinin karakteristiği haline gelmiş bu düşünce ile hesaplaşamadığı ve kendine ait saydığı topraklarda 13.yüzyıldır kendisi gibi Sami kökenli bir başka halkın da yaşadığını bilince çıkartamadığı müddetçe yaşadıklarının sorumluluğundan kurtulamayacaktır. Siyonizmin şu andaki en büyük destekçisi de bölge politikalarını onun belirlediği koordinatlardan uzak biçimde kurgulayamayan Amerikan emperyalizmidir.
İsrail kendi güvenliğine odaklandıkça, bunun yolunun etrafındaki ülkelerle barışı ve komşuluk ilişkilerini tesis etmekten değil, ilhak ve işgalden geçtiğine inandıkça, etrafındaki çember daralmış daha da saldırganlaşmıştır. İsrail Devletini buna iten en önemli gerekçe kuruluşunun ardındaki Siyonist niyetlerde gizlidir. İsrail demokratik, laik, modern vasıflara sahip olmaktan uzak yayılmacı, işgalci ve ilhakçı Siyonist bir devlettir. Bir zamanlar apertheid rejiminin hâkim olduğu Güney Afrika’dan her hangi bir farkı yoktur. Güney Afrika ırkçı, ayrımcı faşist bir rejime sahipti. İsrail’de çok partili hayatın olması, seçimlerin yapılması, en sert eleştirilere açık bir kamusal yaşamın bulunması bu ülkede apertheidcı bir rejimin olmadığını ispatlamaya yetmez. Bu söylediklerimiz İsrail halkının tarihsel topraklarında yaşamalarına karşı çıktığımız anlamına gelmez.