4- Millet İttifakının dilinin altındaki bakla Teknokrat Cumhurbaşkanı mı?
Turgay Develi yazdı
Her şeyin sorumlusu olarak Erdoğan ve tek adam rejiminin gösterildiği ülkemizde, aklım hep farazi senaryolara kayıyor.
Başta ekonomi olmak üzere bürokraside 'liyakatlı' kadroların yeniden iş başına getirilerek, mesela Merkez Bankası gibi kuruluşların 'bağımsızlıklarının' yeniden kazandığını, piyasalarla ve yatırımcılarla kör dövüşünün sona erdiğini, bu sayede 2-3 yıllık bir sürenin sonunda yabancı yatırımcının geri döndüğünü, dolar kurunun yumuşadığını, hatta belki de sonrasında demokratik bir anayasayla yeniden parlamenter sisteme dönüldüğünü düşünelim. Vaatler bu yönde.
Ancak biliyoruz ki, sistemin doğası gereği Türkiye, sıcak para ve cari açıkla büyümek ve bu modelin tıkandığı noktada krize girmek dışında bir ekonomik politika üretemiyor. Bu senaryo gerçekleşse, yani tek adam rejimi sona erip 2007 model (CHP, İYİP ve HDP'nin övgüler düzdüğü) Türkiye’ye dönülse, aslında Türkiye’nin bu eski ekonomik çıkmaz sokağına da geri dönmüş olacağız. Her şeyin suçunu Erdoğan'a atanları dinlerken, acaba bu noktaya geri döndüğümüzde, yine de ortaya çıkacak krizde bu sefer suçu kime atacaklar, samimiyetle merak ediyorum.
Aynı senaryoyu, aynı aktörlerle çeken ama her defasında da yılın filmi diye pazarlayarak izlememizi isteyen kötü yönetmenler gibiler. Bu film (sistem değil, yöneticiler kötü!) son 40 yılda en az 4-5 kez vizyona sokuldu! ANAP, DYP, DSP, SHP'nin ortak olduğu tüm hükümetler (Bu sıralamada MHP'de var ama MHP'yi sadece bir siyasi parti olarak görmeyelim) bu politikaları savunup, ortaya çıkan krizi de acı reçete adıyla halkın sırtına yükleyip sahneden indiler. ( DSP-ANAP ve MHP koalisyonunun uyguladığı IMF destekli hükümetin ilk seçimlerde hezimeti yaşadığı gibi)
Bu itibarla, krizlerinin tasfiye ettiği siyasi partileri yöneten siyasetçilerin, bu kez de millet ittifakı partileriyle cisimleştirilerek halka seçenek olarak sunulup, 'suçlu Erdoğan' diyerek krizleri üretenin sistem değil, 'tek adam rejimi' demelerine inanmamızı istemeleri, adeta eşeğini boyayıp, babasına satan Kayserili fıkrasından bir sahne gibi.
Yeni filmin adı, Millet ittifakı sözcülerinin, sürekli olarak süper yetkili ancak geçici ve siyaset üstü cumhurbaşkanı, milli mutabakat hükümeti, parlamenter sisteme dönüş gibi siyasi sorumluluktan kaçan mesajlarına bakacak olursak, acı reçeteyi halkın sırtına yükleyecek, ancak, kendilerinin siyasi bedel de ödemeyeceği bir teknokrat Cumhurbaşkanı/hükümeti, senaryo/tasarımlarına dayanıyor olabilir.
Zira neoliberalizmin klasiğidir: kâr özel sektöre, risk halka aittir. Alınan borçlar şirketlerin kârlarını şişirmeye yarar, borç ödeme zamanı geldiğinde faturayı vatandaş öder. Örneklerini daha önce de yaşadık, kalıcı bir çözüm olmadığını da biliyoruz. Neden kalıcı bir çözüm olamayacağını etraflıca anlatmak üzere 3 haftadır bu yazı dizisini yazıyorum. Devam edelim:
***
Ülkede herkes sürekli olarak üretim ekonomisine geçmekten bahsediyor. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan, uzun zamandır faiz lobisinin, sıcak paranın ve finansal manipülasyonun esaretinden kurtulma ve ekonomik kurtuluş savaşı retoriğini kullanıyor. Bugünlerde iktidar cenahı, düşük faiz sonucu yükselen kurun üretimi ve ihracatı arttıracağı savunmasına sarılmış durumda.
Bunun içinde bulunduğumuz şartlarda sorunu çözmekten ziyade acıyı hafifletmeye dönük bir ilaç olduğu çok açık.
Bunun yanında iktidarın gerçekten böyle bir niyeti olduğuna dair bir emare de yok. Zira meşhur yapısal reformlardan bir demet yapmadan üretim ve ihracatı arttırmak mümkün değil, böyle bir reforma da iktidarın niyeti var gibi görünmüyor. En basitinden, gıda güvenliğini kaybetmiş, ithalatçıların ve uluslararası gıda şirketlerinin kafalarına göre at koşturduğu günümüz Türkiye'sinde, artan gıda fiyatlarının çözümünü hala daha fazla ithalat yapmakta görmeleri bunun en büyük göstergesi. Dolayısıyla iktidardan gelen bu savunmanın günü kurtarmaya ve tabanı ikna etmeye yönelik bir retorikten fazlası olmadığı açık.
Öte yandan, muhalefet cephesi de sürekli üretim ekonomisine geçmekten bahsediyor. İktidara inanan zaten pek kalmadı da, muhalefete inanan ve umut bağlayan çok kişi olduğu için bu vaadin derinlikli olarak tartışılması gerekiyor.
Çok açık bir şekilde sormak isterim: Neoliberal ekonomik sisteme sarsılmaz bir inancı olan muhalefet, bu sistem içerisinde Türkiye’yi üretim ekonomisine nasıl geçirecek? Cevabını da çok açık bir şekilde vermek isterim: Mümkün değil.
Millet İttifakı’nın lokomotifi konumundaki CHP, neoliberal ekonomik teoriyle yollarını ayırmadan Türkiye’yi bir gıdım ileri götüremez, yukarıda bahsettiğim cari açıkla büyüme-kriz-acı reçete döngüsünde dönüp durmaya devam ederiz. Peki neden?
Son üç haftadır dünyada kapitalizmin geldiği noktayı, tüm dünya ekonomilerinde özel sektörün ne pahasına olursa olsun kısa vadede maksimum kârı elde etme amacıyla geçirdiği evrimi anlatıyorum.
Bu dizinin ilk yazısında, neoliberalizmin yalnızca solun değil, kapitalizmin dahi en büyük problemi haline geldiği ifadesini kullandım. Bunun sebebi, sermayenin ve özel sektörün, tüm dünyada, sadece pek değer vermedikleri çevreye ve insanlara değil, kendilerine ve ülkelerinin ekonomilerine de zarar vermeye başlamaları.
Serbest piyasanın her halükarda önünün açılması gerektiğini savunanların en büyük argümanı, devlet piyasaların önüne engel koymadığı takdirde işinin ehli olan özel sektör tarafından verimli yatırımlar yapılacağı, ekonominin verimli bir şekilde büyüyeceği, lokomotifi özel sektör olan bir kalkınmanın sürdürülebilir olabileceği ve istihdamın artacağı yönünde.
Oysa gerçeklere bakıldığı zaman, neoliberal dönemde gelişmiş ülkelerde ticari yatırım ve sermaye harcamaları 1980'li yıllardan beri düzenli olarak azalmaktadır. Özel sektör tarafından ekonomiye yapılan yatırım rakamlarına özellikle şirket kârlarının sürekli arttığı da göz önüne alınarak bakılırsa, şirketlerin ve sermayedarların kazandıkları parayı ekonomiye geri yatırmadığı çok net bir şekilde görülebiliyor.
Bunun yanında, neoliberal çağda (İngiltere ve ABD'de 1980'den beri) ekonomik büyüme önceki on yıllara göre belirgin şekilde daha yavaş olmuştur; ancak zenginler için değil tabii ki. 60 yıllık düşüşün ardından bu dönemde sendikaların yıkılması, vergi indirimleri, artan kiralar, özelleştirme ve piyasaların 'kuralsızlaştırılması' nedeniyle hem gelir hem de servet dağılımındaki eşitsizlik de hızla yükseldi.
Peki devleti özel sektörün yakasından düşürmek ve sermayenin istediği gibi at koşturmasına izin vermek, özel sektörde daha fazla girişimci yatırıma yol açmıyorsa, o zaman bunun ne anlamı var? İşte neoliberal ekonomi politikası araç setinin tamamı, son yıllarda artan ticari yatırım yaratmadaki başarısızlığı nedeniyle gelişmiş ülkelerde gözden düşmüştür.
Özellikle 2008 yılındaki finansal krizle birlikte başlayan parasal genişleme sürecinin yatırımlarda bir artış gerçekleştirememesi, aksine tüm dünyada olağanüstü bir varlık fiyatları enflasyonuna yol açması, bu gerçeği tüm dünyanın gözüne soktu ve politika yapıcıları neoliberalizmin alternatiflerini aramaya yöneltti.
Bu arada ne o meşhur ekonomik büyümelerden ve gayrı safi milli hasıla artışlarından elde edilen gelirler, ne gevşek rekabet kanunlarından dolayı artan tekel rantları, ne sendikasızlaştırmadan kaynaklanan işgücü maliyeti tasarrufları, ne şirketlere ve sermayeye sunulan vergi avantajları, bunların hiçbirisi hiçbir zaman yerel ekonomiye, girişimci faaliyete, sermaye harcamalarına yeniden yatırılmadı.
Kısacası, neoliberal politikalar -vergi indirimlerinden deregülasyona, ticaretin serbestleştirilmesine vb.- şirket kârlarında büyük artışlar üretti, ancak bu kârlar vaat edildiği gibi üretken, ekonomiyi büyüten girişimci faaliyetlere yeniden yatırılmadı.
Bunun yerine elde edilen kâr, sadece büyük zenginlerin cebine, oradan da finansal piyasalara ve yer yer gayrimenkule aktı ve orada kaldı. Ancak üretkenliği artıran teknolojilere, tesislere, ekipmana ve benzerlerine yeterli yatırım yapılmadan, üretkenlik kaçınılmaz olarak durgunlaştı ve gelecek nesiller için ekonomik beklentiler kötüleşti.
Sadece Türkiye'de eskinin büyük sanayicilerinin torunlarının bugün ne yaptığına bakmak bile bu konuda iyi bir fikir verecektir. Fabrika kurmak, işletmek ve üretim yapmak zorlu, zahmetli ve daha ufak kâr marjı olan bir iş olduğundan; piyasadaki hakim konumunu kullanarak e-ticaret sitesi işletmek, market zinciri kurmak, yurtdışındaki üreticilerin distribütörlüğünü yapmak; ya da devletin kurup büyüttüğü fabrikayı üç kuruşa alıp işletmek, değerli devlet arazilerine AVM ya da konut dikmek vb. işler daha kolay ve kârlı geliyor.
Gerçekten de Türkiye burjuvasinin son 40 yılda ülkeye bir çivi bile çakmamasını bu yönden değerlendirmek gerekiyor.
Burada üzerinde durulması gereken husus, dünyanın ve Türkiye'nin içinde bulunduğu bu şartlarda, bu özel sektörle ve bu elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan, sokmak zorunda da olmayan burjuvayla, neoliberal politikalardan da vazgeçmeden, Türkiye'yi üretim ekonomisine geçireceği vaatlerini atıp tutanlarla ilgili. Nasıl yapacaksınız?
İşte bu noktada, kolaya kaçarak özel sektörü şeytanlaştırmanın (haklı da olsa) anlamsız olduğunu düşünüyorum. Zira özel sektörün ne pahasına olursa olsun kısa vadede kâr maksimizasyonunu hedefleyecek şekilde evrildiğini üç haftadır dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.
Tüm dünyada durum aynı. Bir şirket için ABD'deki fabrikasını kapatıp üretimini Çin'de yapmak daha kârlıysa, bu şirket tam olarak bunu yapacaktır. Bu şekilde kaybedilen sektörler, teknolojik ya da stratejik önemine göre değil, finansal kârlılığına göre belirlenir. Yani sermaye için bir ülkenin askeri sırlarının, kritik enerji, telekomünikasyon, ulaştırma veya gıda altyapısının elden gitmesinin bir önemi yoktur. Tüm seçimler hangi yöntemin finansal olarak daha kârlı olduğu göz önüne alınarak yapılır.
***
Neoliberalizmin fişinin, bizzat ortaya çıktığı ABD'nin politika yapıcıları tarafından çekilmesinin öyküsü de burada yatıyor.
Amerikan firmaları, örneğin daha yüksek getirili işler peşinde koşmak için telekom ekipmanı imalatından mutlu bir şekilde vazgeçti. Yine de, hem ABD ulusal güvenlik hem de iş çevrelerinin o zamandan beri keşfettiği gibi, ABD firmaları finansal varlık değerlerini şişirmek için üretim yetkinliklerini kaybederken, Çin endüstriyel ve inovasyon kapasitesi inşa ediyordu. Bugün Apple, 5G patentlerini lisanslaması için Huawei'ye ödeme yapıyor.
Başka bir örnek olarak, çok uzun yıllardır varlığı bilinen koronavirüslere karşı, küresel bir salgını önleyecek hiçbir çalışmanın yapılmamış olmasını verebiliriz. Dünyada ve Türkiye'de devleti mümkün olduğu kadar küçülten bu neoliberal zihniyet, ki Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'nü de aynı zihniyet kapatmıştır, sağlığı mümkün mertebe özelleştirip devleti sağlık alanından da mümkün olduğu kadar çekmiştir.
Sağlığı özel şirketlere bıraktık bırakmasına da, ilaç şirketleri için gerçekleşip gerçekleşmeyeceği meçhul bir pandemiye hazırlık yapmaktansa yüz kremi üretmek daha kârlıydı. Devlet de bu işlere karışamayacağına göre, başımıza gelenlerin kaçınılmaz olduğunu görmek çok zor değil.
Sermayenin kâr görmediği yerden uzak durmasının, ülkelerin ulusal güvenliğini dahi tehdit edecek bir noktaya uzanmasının batıdaki yansımaları çok ciddi oldu, oluyor. Dünya Bankası, IMF gibi neoliberal öğretinin bayrak taşıyıcılığını yapmış olan kurumlar, son yıllarda alternatif arayışlarına katılmış durumda.
***
Bizim de yapmamız gereken, artık kafamızı kumdan çıkartarak gerçekleri görmeye başlamaktır. Üretim yapmak, üretim ekonomisine geçmek kolay bir iş olmadığı gibi, kısa vadede kârlı bir iş de değildir. Özellikle Türkiye gibi '-sermaye fakiri bir ülkede, var olan sermayeyi devlet eliyle kanalize etmeden üretim yapmak da mümkün değildir. Özellikle de, üretim yapmak ve dünyada rekabetçi hale getirmek istediğiniz sektörleri yabancı sermayeden korumadan bunu yapabilmek ise hiç mümkün değildir. Tüm bu saydıklarımın tam tersini öğütleyen neoliberalizmi savunurken bunları nasıl yapacaksınız?
Bu konuları düşünürken aklım sık sık, Ali Babacan'ın 2011 yılına kadarki ekonomi yönetimini öven CHP'li yöneticilere gidiyor.
Evet, 2004 yılında rüzgar, güneş enerjisi gibi çevreci, sürdürülebilir ve yenilenebilir enerji yatırımları isteyenlere, "‘Amerika’da Shell ve BP gibi şirketlerin ve Amerikan Enerji Ajansı’nın başkanları ile görüştüm; yenilenebilir enerji gereksizdir' dediler. Zaten dünyada çok yer tutmuyor." diyen Ali Babacan.
İşte o Ali Babacan, serbest piyasanın kafasının nasıl çalıştığını ve neoliberalizmin nasıl işlediğini birinci ağızdan ispatlayan kişinin ta kendisi. Yenilenebilir enerji kârlı olmadığı için buna yatırım yapılmasını istemeyen, bu doğrultuda büyük petrol şirketleri tarafından kulağına güzel sözler fısıldanan, enerjide dışa bağımlı olan ve sürekli bunun acısını çeken, buna rağmen kılını kıpırdatmayan bir ülkenin bakanı.
Ali Babacan'ın ve iktidar cenahının safını biliyoruz da, tüm bu gerçekler ortada duruyorken Babacan'ları övüp, sonra da ulusal ve uluslararası sermayeyle karşı karşıya gelmeden Türkiye'yi üretim ekonomisine geçireceğini iddia edenleri nereye koymak lazım, onu bilemiyoruz!
Devam edeceğim...
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.