3. Dünya Savaşı (4)
Lenin’in emperyalizm analizinin zamanın sınavından başarıyla çıktığını söylemiştik. Halbuki büyük çoğunluk aksini iddia ediyordu. Lenin’in emperyalizmi, siyasi ve askeri rekabetin yoğunlaştığı, emperyalist güçler arasında savaşların eksik olmadığı bir gelecek öngörüyordu. Soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyetler arasında bir savaşın yaşanmamış olması ve Sovyetlerin yıkımından sonra da emperyalistler arasındaki rekabetin düşük yoğunlukta seyretmiş olması Lenin’in öngörülerinin tersini ispatlıyordu. Lenin kapitalizmin bir dönemini mutlaklaştırmış ve bu dönemin konjonktürel yanlarını kalıcı eğilimlere dönüştürmüştü. Emperyalist rekabetin savaşla sonuçlanması sermayenin mantığına içkin değildi. Kautsky de olduğu gibi, ülkelere sırtını yaslayan finans kapital, savaşın yıkıcı sonuçlarından çıkaracağı derslerle, uluslararası düzeyde birleşik bir finans kapitale dönüşebilirdi. Soğuk savaş ve sonrasının yüzeysel bir okuması bu görüşe destekliyordu.
Diğer bir görüş ise ekonomi ile politika arasındaki tüm köprüleri atıyor ve savaşları tümüyle jeopolitik rekabete bağlıyordu. ‘Çifte mantık’ denilen bu görüşe göre sermaye ile devletlerin mantığı birbirlerinden farklıydı. Jeopolitik rekabet antik dünyanın kent devletlerinden beri hüküm süren bir şeydi. Bu rekabetin temelinde toprak edinmek vardı. Her hangi bir siyasi birim, ister kent devleti ister imparatorluk isterse de ulus/devlet olsun, jeostratejik çıkarlarının gereği olarak toprak kazanmak istiyordu. Rakibinin gücünü kırmak veya yok etmek, jeopolitiğin asli amiliydi. Modern savaşların ardında da bu tür hesaplar yatıyordu.
Dünya savaşlarının çıkmasından sermayenin hiçbir kazancı yoktu. Üstelik savaşlarda sermaye doğrudan kendi devletlerinin boyunduruğuna giriyor ve piyasaların akışkanlığı sekteye uğruyordu. Savaş sırasında palazlanan sermayenin ise genel çıkarları temsil ettiğinden söz edilemezdi. Sosyal Demokrasi dediğimiz reformist akımın en önemli temsilcileri bu görüşlerin sözcülüğünü yapıyordu. Kautsky’e göre sanayi sermayesinin savaşlardan hiçbir çıkarı yoktu. Sermayenin bu bölüğü halklar arası barıştan, devletin mutlak gücünün parlamenter denetime tabi kılınmasından ve kamu harcamalarının azaltılmasından yanaydı. Devletin güçlenmesini ve kendi çıkarlarının içeride ve dışarıda şiddet kullanılarak hayata geçirilmesini isteyen finans kapitaldi. İngiliz Hobson da savaşın kaynağına ülke bağı hiç bulıunmayan finans kapitalin çıkarlarını koymuştu. Ama Lenin’in analizinin en önemli sonucu tüm sermaye kategorilerinin emperyalizm evresinde finans kapitale bağımlı hale gelmesiydi. Finans kapital, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşması sonucunda ortaya çıkmıştı. Artık sermayenin bu kategorilerini tecrit edebilmek mümkün değildi.
Üstelik Lenin, emperyalizmin mutlak bir surette savaşlar anlamına gelmeyeceğini de söylemişti. Aslolan emperyalist rekabetti. Rekabetin biçimleri sürekli değişir, ama özü, sınıf içeriği, sınıflar yok olmadıkça asla değişmezdi. Kapitalistler dünyayı canlarının istediği için değil, sermaye birikiminin ulaştığı yoğunluk düzeyi, kar edebilmek için onları buna zorladığından bölüşürlerdi. Ve bu paylaşım güçleri oranında gerçekleşirdi. Güç ise sabit, durağan değildi. Burada ‘kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişim yasası’ hükmünü yürütüyordu. Mücadelenin biçimini işte bu çerçeve saptıyordu. Savaş burada güçlü bir olasılık olarak varlığını hep hissettirirdi, ama savaşın varlığı çelişkilerin yoğunluğuna bağımlıdır. Dolayısıyla savaş ihtimali sürekli devrede olmakla birlikte mutlak bir yasa değildi. Çok kullandığı ifade ile savaş hakkında ancak ‘somut durumun somut analizi’ni yapmak kaydıyla bir yargıda bulunabilirdik.
Emperyalizm analizine Marksistler savaşın sebeplerini ortaya çıkarmak için değil kapitalizmin ulaştığı aşamayı saptamak için yoğunlaştı. Çünkü kapitalizmin kalıcı eğilimleri üzerinde yeni gelişmeler ortaya çıkıyordu. Sermayenin yoğunlaşması savaşı güçlü bir olasılık haline getiriyordu. Ne junkerlerin militarist takıntıları ne de uluslararası finansın topraktan kopmuş temsilcileri savaşı tetikleyebilirdi. Emperyalist kapitalizmin çelişkilerinin yoğunlaşması ve bunları başka bir biçimde çözebilme ihtimalinin yokluğu savaşı güçlü bir seçenek haline getiriyordu.
Çifte mantık değil tek bir mantık hâkimdi. O da emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin mantığıydı. Ulus/devletler de sermaye çağının başlaması ile birlikte bu mantığın etkisi altına girmişti. Krallık ve prenslikler nasıl feodalitenin devletleri idiyse modern ulus/devlet de kapitalizmin devletiydi. Aşkın, soyut ve tarih üstü bir devlet yoktu. Her devlet hâkim üretim tarzı tarafından ‘üst-belirlenmişti’. Serbest kapitalizm çağının ‘asgari devleti’ ile emperyalizm çağının devleti aynı değildi. Kapitalizm başka bir aşamaya vardığında devlet de ona ayak uyduruyordu. Serbest kapitalizm çağına klasik sömürgecilik hâkimdi. Toprak ilhakı ve işgaller bu çağa damga vurmuştu. Emperyalizm çağında ise kapitalizm sermaye ihraç ederek ülkeleri boyunduruğu altına alıyordu. Doğrudan ilhak ve işgaller yerlerini sermaye ihracına bırakıyordu. Üstelik bu aşamaya gelindiğinde sömürgelerin paylaşımı da önemli ölçüde tamamlanmıştı.
Emperyalizm evresinde sermayenin kaynaşmasında olduğu gibi devletler ile sermayeleri de kaynaşmıştı. Devletlerin en önemli güç kaynağı ne orduları ne de kendileriydi. Devletler sermayelerinin gücüyle orantılı bir güce sahipti. Sermayelerinin gücü kadar bir güç kapasitesine sahip olabilirlerdi. Güneş batmayan imparatorluk, gücünü donanmasından değil fabrikalarından alıyordu. Kayzer Wilhelm’in militarist yayılma hedeflerinin berisinde gelişen sanayinin hammadde ve pazar sorunlarını halletmek vardı. Emperyalist rekabete tutuşan devletlerde, devletin özgül mantığı ile sermayenin mantığı tam anlamıyla kaynaşmıştı.
Milliyetçilik ve militarizm ortak ideolojileriydi. Tüm toplumu peşlerine takabilmeleri ve savaş meydanlarına sürebilmeleri ve savaşı ‘topyekûn’ bir hale getirebilmeleri için böylesi bir ideolojiye ihtiyaçları vardı. Serbest rekabet kapitalizminin hâkim ideolojisi olan 'liberal bireycilik' emperyalizm evresinde yerini sosyal darwinizmin bir çeşitlemesi olan 'milliyetçiliğe' bıraktı. Toplumun çoğunluğunu demokratik istekler etrafında bir araya getiren ulusçuluk düşüncesi yerini üstünlükçü bir ideoloji olan milliyetçiliğe terk etti. Ulusçuluk çalışan çoğunluğun eşitliği, anayasal yurttaşlık demekti. Kan bağı ve toprağın yurttaşlığı edinmede payı yoktu. Anayasal sözleşme ile birbirine muhayyel olarak bağlanmak ve birlikte yaşama iradesini göstermek yeterliydi. Milliyetçilik ise toprağı, kanı ve geçmiş mitleri yüceltiyordu. Yüzünü geleceğe değil şanlı geçmişe çeviriyordu. Tam da emperyalizm evresine uygun bir ideolojiydi.
2000’lerin başında, Irak’ın işgalinin arifesinde, New York Times’ın küreselleşmeci yazarı Thomas Friedman bizim bu kadar laf ettikten sonra varacağımız yeri kestirmeden söylemişti; ‘ ABD ordusu şirketlerimizin dünyanın her yerinde at koşturması için var’. ABD’nin çok uluslu şirketleri asker postallarının ardından geliyordu. O orduyu beslemek, doyurmak ve dünyanın her yerinde üsler elde edebilmek için de ABD menşeili ‘çokuluslu’ şirketlere ihtiyaç vardı. Stratejik sektörler kontrol edilmeden, başka güçlerin yükselişi engellenmeden, dünyanın en büyük askeri gücüne sahip olunmadan, uluslararası tüm kurumlar ele geçirilmeden, ABD finans kapitali dünya üzerinde serbestçe at koşturamazdı. Onların kazancı, karı ve yağması olmaksızın da bu kadar büyük bir ordu beslenemez, yıkıcı savaş aygıtları icat edilemezdi. Ama hepsi sermaye mantığına içkin şeylerdi.