1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. 3. Dünya Savaşı (2)
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

3. Dünya Savaşı (2)

A+A-

Liberalizm zihinleri iğdiş etmeden evvel elimizin altında bir emperyalizm analizi vardı. Varlığı yokluğuna tercih edilirdi. Sovyetlerin çöküşü, dünyanın iki kutuplu olmaktan uzaklaşıp bir süper emperyalist gücün denetimi altına girmesi ve bunun da küreselleşme olarak sunulması emperyalizm analizini bir çözümleme aracı olarak devre dışı bıraktı. Emperyalizm liberallerin nazarında akla hemen ulusal kurtuluş mücadelelerini getiriyordu. Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını elde eden ülkelerin izlediği politikaların da gerçek bir kurtuluşa hizmet etmekten uzaklaşmış olması dünya sisteminden bu tür kopuşları da anlamsız hale getirdi. Bağımsızlık savaşı vererek özgürlüğüne kavuşan halklar kalkınmacı politikalarla kısmi bir refah yaşamış olsa da geldikleri yer başlangıçtaki beklentileri karşılamaktan epey uzaktı. Kapitalizmin dünya sistemi olduğu bir vasatta kopuşlar hem köktenci değildi hem de siyasal demokrasi konusunda atılan adımlar çok yetersizdi. Burjuva milliyetçiliğini temel alarak yaşanan kopuşlar Nasırcılık da olduğu gibi 70’lere geldiğinde barutunu tüketmişti. Marksist söylemden etkilenenler ise dünya kapitalist sisteminin kuşatması karşısında soluksuz kaldılar. Bu manzara emperyalizm karşıtlığının itibarını aşındıran önemli amillerden biriydi.

Sovyetlerin çöküşü ise liberal enternasyonalizme asıl itki veren şey oldu. Ama ondan önce sermayenin 70’lerde içine girdiği uzun dalgalı krizden çıkış stratejisi olarak benimsediği uluslararasılaşma eğilimi vardı. Kapitalizmin birikim modeli, Fordizmin sonuna yaklaşılmıştı. Sanayinin bazı sektörleri çevreye kaydırılırken, krizden çıkış stratejisi olarak da sermaye atağa kalkıyordu. Bu eğilim kendi iç dinamikleri ile devam ederken, Sovyetlerin çöküşü uluslararasılaşma eğilimlerinde niteliksel bir dönüşüme yol açtı. Karşımızda şimdi tümüyle küreselleşmeci bir söylem vardı. Sosyalizm karşısında zaferini ilan ederken, dünyanın sermaye çevrimine dâhil edilmemiş tüm coğrafyalarının bu ağ içine çekilmesini arzuluyordu. Birinci küreselleşme dalgası da kapitalizmin tarihinde niteliksel bir değişime neden olmuş ve bu evreye emperyalizm denilmişti. Emperyalizm, 1873 ile 1896 yıllarını kapsayan uzun dalgalı krize sermayenin verdiği bir yanıttı. Sömürgeler yeniden paylaşılmış, devletlerarası rekabet çatışmacı eğilimler göstermeye başlamış ve işçi sınıfı içinde de reformist eğilimler ortaya çıkmıştı. İlk emperyalizm analizini kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkenin bir iktisatçısı olarak 1900 yılında Hobson yapacaktı.

90’larda sosyalizmin bürokratik ve devletçi modelinin iflası eşitlikçi düşüncelerden bir geri çekilmeyi getirdi. Sosyalizmin eşitlikçiliği temel alan politikaları iflasla sonuçlanmıştı. Üstelik eşitlikçilikteki ısrar son tahlilde her tür farklılığın yok sayıldığı bir totalitarizme çıkıyordu. Sartre’ın Marksizm için söylediği şey bir kez daha teyit edildi. Marksizmin aşılmasına ilişkin her deneme her defasında geriye savrulmakla sonuçlanır. Eşitliğin karşısına özgürlük ile dikilmenin varacağı yer liberalizm oldu. Ama özgürlük üretimin tüm unsurlarının özgürlüğü olmayacaktı. Üretim araçları olarak sermaye ve hizmetler sınırsız özgürlüğe sahip olacak, ama emeğin eli kolu bağlanacaktı. Sermayenin gözden çıkardığı yerlerde yaşayan emek, sırf sömürülmek için canı bahasına sınırları, çitleri aşacak ve amacına ulaştığı anda da zengin ırkçılığı ile karşılaşacaktı. Küreselleşme yani yerkürenin sermaye için pürüzsüz hale getirilmesi, ancak emeğin seyyaliyetinin denetimi ile mümkün olacaktı. Dünyayı emeğin özgürleştireceğine duyulan inanç kaybolmuş, sermayenin yaratacağı bolluk sayesinde herkese bir asgari gelir desteği sağlanarak, yoksulluk da sona erecekti. İşin ilginç tarafı bunu önerenler ya eski Marksist ya da Keynesçi’ydi.

Emperyalizm analizleri son hızla yerini küreselleşmeci söylemlere terk etti. Eski Marksistler tutkuyla liberal enternasyonalizme bağlandı. Emperyalizm karşıtlığı liberal özgürlüklere düşmanlıkla eşdeğer tutuldu. Küreselleşmenin hâkim olduğu bir dünyada savaşlara, çatışmalara yer yoktu. Savaşlar sadece eski diktatörleri yıkmak, bunların elinde zulüm gören halkları özgürleştirmek için çıkarılacaktı. Bunun adı ise savaş değil ‘insani müdahale’ydi. Liberal kapitalizm sömürmek, yağmalamak, el koymak için değil, diktatörlerin elinden kan ağlayan halkların esaretine son vermek için şiddete müracaat edecekti. Dolayısıyla burada söz konusu olan kaba çıkarlar değil yüksek ideallerdi. Tıpkı klasik sömürgecilik de olduğu gibi yapılan işin kılıfına uydurulması gerekiyordu. Sömürgecilik çağına da sözde yüksek idealler damga vurmuştu. Ya hıristiyanlaştırmak gibi yüksek bir medeniyetin dinini yaymak hedefleniyor ya da uygarlığın dışında yaşayan halkların çağdışılığına son vermek amaçlanıyordu. Aydınlanmacılığın ilerleme anlayışını da arkasına alan bu yaklaşım gittiği her yere sadece kan ve zulüm taşıdı. Uygarlık ile tanıştıracağını düşündüğü halkların orijinal medeniyetlerini yok etti.

Küreselleşme adı altında yaşanılan ve 90’lı yıllara damgasını vuran şeyde emperyalizmden başka bir şey olmadı. İlkinde olduğu gibi yine bir krizden çıkma stratejisiydi. Sermayenin krizini çözebilmek için emeğin tüm kazanımları yok edilmeli ve her yer sermaye mantığına teslim olmalıydı. Bu savaşın en bilindik aracı ise özelleştirmeydi. Kamuya ait ne varsa, halkın elinde olan müştereklerde dâhil özelleşmeli, karın nesnesi yapılmalıydı. Kamu bilinci yok edilmeli, kamusal olan her şeyden nefret edilmeliydi. Kamu verimsizlik, tembellik ve aylaklık üretiyordu. Çalışanlar bir yığın çalışmayanı beslemek zorunda kalıyordu. Sırf istihdam sağlamak için verimsiz işletmeler ayakta tutuluyordu. Küreselleşmenin karşısına dikildiği iki şey vardı. Emperyalizm karşıtlığı ve kamusallıktaki ısrar.

Emperyalizm karşıtlığının güçlü olduğu dönemlerde insanlar primitif kimliklerine henüz hapsolmamıştı. Kimliğin oluşturucu gücü kaynağını üretimden, çalışmadan, emekten alıyordu. Ulusun çoğunluğunu oluşturan çalışan sınıfların yoksulluklarının asıl nedeni ülkelerinin emperyalizm ile girdiği eşitsiz mübadele ilişkileriydi. Bu eşitsiz mübadele sayesinde kaynaklar merkez kapitalist ülkelere akıyordu. İçeride ise bunlarla işbirliği halinde olan hâkim sınıflar vardı. Çalışanlar kendilerini ulusun çoğunluğu gördükleri gibi ulusu temsil eden asıl unsur olarak kendilerini sayıyorlardı. Emperyalizmi dünya çapındaki eşitsiz ilişkilerin kaynağı kabul ediyorlardı. Bu sistem sürekli hiyerarşi ve bağımlılık üretiyordu. Darbe ve kanlı müdahaleler ile halkların bağımsızlığına imkân tanımıyordu. Emperyalizmin küreselleşmeye döndüğü dünya ise bütün bunların yokluğu demekti. Artık dünya sistemine olan tepkiler emperyalizm bağlamına oturmuyor.

Süper emperyalist ABD’nin gerilemeye başladığı koşullarda verilen tepkiler emperyalizm karşıtlığından oldukça uzak. Tıpkı birinci küreselleşme dalgasında olduğu gibi ülkeler uluslararası sistemde daha yukarılara çıkmayı hedefliyor. O zamanlar olduğu gibi bu türbülansın savaşlar ve çatışmalar doğurmaması mümkün değil. 1848 ihtilallerinden sarsılarak çıkmış olan Prusya 1866’da önce Avusturya’yı 1870 de ise Fransa’yı yenerek bir an da Avrupa’nın büyük güçlerinden biri haline gelmişti. 1890’lı yıllara gelindiğinde ise bazı alanlarda İngiltere’nin önüne geçmişti. Agresif bir politika izliyor ve bu politika militarist bir kültürle yürütülüyordu. Sonunun nereye vardığı malum. Emperyalizm kuramları işte bu dönemi anlamak için arka arkasına ortaya çıkmaya başlamıştı. Üçüncü dünya savaşının çıkıp çıkmayacağının en yetkili ağızlardan konuşulmaya başladığı bir anda bu tartışmalara göz atmak hem geçmişi hem de gelecekte olacakları anlamak için elzem görünüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar