Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

3. Dünya Savaşı

A+A-

Dünya bir ateş topuna dönmüşe benziyor. Uykuya yatırılmış, halının altına süpürülmüş ne kadar sorun varsa adeta hortlak gibi ortaya çıkıyor. Lokal sayılacak meseleler hızla genelleşecek ve çatışmaya dönüşecek eğilimler taşıyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları hız kesmeden devam ederken hem ölü sayısı dramatik bir biçimde artmaya devam ediyor hem de bu çatışmanın içinde barındırdığı eğilimler başka gerginlikleri tetikleyebilecek potansiyeller barındırıyor. Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta da uzun süredir üstünlük Rus güçlerinin elinde iken buna tahammül edemeyen batılı güçler savaşı Ruslar aleyhine değiştirmek için hamlelere hazırlanıyor. Ukrayna’ya yeni hava savunma sistemleri, patriotlar gönderiliyor. Ukrayna güçlerine savaşı Rusya’nın içlerine yayma konusunda destekler açıklanıyor. Gelinen aşamada nükleer silahların kullanılması ihtimalinden bahsediliyor. Daha henüz bu aşamaya gelinmiş olunmasa da bu ihtimalin konuşulması bile dünyayı teyakkuza geçirmeye yeterli.

Savaşlara son verecek çözümler bulunmadıkça, kayıpların sayısı yükseldikçe savaş kendi mantığını dayatmaya başlıyor. Savaşın mantığı ise daha fazla yıkım ve çözümsüzlükten başka bir şey değil. Clauzewitz savaşın siyasetin bir parçası olduğunu, sürdürülmesindeki gayenin siyasal hedeflere ulaşmak olduğunu söylemişti. Savaşı doğrudan siyasetin içine yerleştirmişti. Bu varsayım belki belli bir dönüm için geçerli olabilirdi. Savaş da kesin kurallara, yaptırımlara bağlanmıştı. Savaş kısa sürede sonuçlarını üretir ve çatışmasızlığa geçilirdi. Hâlbuki günümüz savaşlarının çok net tanımlanmış hedefleri bulunmuyor. Savaşı sona erdirmek konusundaki motivasyonlar çok düşük. Uluslararası toplumun savaşı önleyebilecek bir gücü yok. Uluslararası kurumlar ise doğrudan savaşı yöneten güçlerin denetiminde bulunduğundan ve onlarında asıl gayeleri savaşı sona erdirmek değil çatışmaları devam ettirmek olduğundan bir türlü çatışmasızlık ortamı sağlanamıyor. Savaşların devam etmesi bir kartopu etkisi yaparak başka çözümsüzlükler için de savaşın giderek güçlü bir seçenek haline gelmesine yol açıyor.

Sorunların çözülmesinde, krizlerin aşılmasında diplomasi bir seçenek olmaktan uzaklaşıyor. Kuvvete, savaşa başvurma eğilimi giderek güçleniyor. Bir kez sorunların çözümünde diplomasinin işe yaramadığı ve sonuç verici olmadığı anlaşıldığında gücü yeten zayıf olanı gözüne kestirebiliyor. Ulusal sınırların geçirgenliği artıyor, ülkelerin toprak bütünlüğü zayıflıyor. Oysa uluslararası ilişkilerde savaşın artık bir seçenek olmaktan çıktığı, bunun maliyetini kimsenin kolayca göze alamayacağı söyleniyordu. Kırılgan da olsa bir uluslararası sistem vardı ve kendi içinde kurallara sahipti. Savaşlar lokal kalıyor ve bölgeselleşme istidadı göstermiyordu. Uluslararası düzenin güvencesi olan bir süper emperyalist güç bulunduğundan dolayı onun koyduğu kurallara herkes uyuyordu. Aslında bu durum bir uluslararası düzenin bulunduğu anlamına gelmiyordu. Uluslararası düzen dedikleri bir süper emperyalist gücün fiili olarak dünyaya dayattığı düzendi.

İki büyük savaşın dünyaya yaşattığı korkunç maliyetten sonra artık herkes savaşın nasıl bir yıkıcı güce sahip olduğunu öğrenmişti. Savaş milyonlarca insanın ölümüne, altyapıların mahvolmasına ve ülkelerin yıkımına yol açıyordu. Galip gelenler bile korkunç maliyetlere katlanmak zorunda kalıyordu. İmparatorluklar yıkılıyor, ülkeler yutuluyor ve rejimler değişiyordu. İnsanlık çelişkilerini savaşsız çözüme kavuşturamadığı için savaşlar oluyordu. Ve bunun başlıca müsebbibi de emperyalist kapitalist sistemin kendisiydi. Çünkü bu sistem kendi içinde eşitsiz ve bileşik gelişim yasasına sahip olarak işliyordu. Yani bir tarafta zenginlik üretirken diğer tarafta yoksulluk; bir tarafta barış diğer tarafta savaşsız yoluna devam edemiyordu. Zenginlik ve güç eşitsiz bir biçimde bir yerde merkezileşip yoğunlaşırken diğer taraflara aktarılan sadece yoksulluk, fukaralıktı. Ülkelerin kendi kaynaklarını kullanmalarına imkân verilmiyor, eşitsiz mübadele ilişkisi yoksulları daha da yoksul yapmak üzere çalışıyordu. Bunlar klasik emperyalizmin bilindik özellikleri sayılarak uzun süre hor görüldü. Ülkelerin gelişmişliği kendi iç dinamikleri üzerinden okundu. Siyasi elitlerin çürümüşlüğü, eğitime kaynak ayrılmaması, teknoloji konusundaki ilgisizlik ülkelerin yarışta geri kalmasının müsebbipleri sayıldı.

Bir de silahların ulaştığı yıkıcı güç göz önüne alınarak artık büyük savaşların çıkmayacağı zannı ile insanlar kendilerini avutmayı tercih etti. ABD’nin savaşın son anlarında Japonya’ya attığı iki atom bombası beklenen dehşeti yaratmaya yetmişti. Böylesi bir imha gücüne sahip olmak savaşların olmayacağının gerçek garantisiydi. Yıkım araçlarının ulaştığı düzey dikkate alındığında hiçbir siyasal amaç böyle bir araca başvurmayı geçerli kılamazdı. Çünkü savaş anlaşmazlıkları şiddet kullanarak çözmenin bir amacıydı. Burada hala araç-amaç ilişkisi hakimdi. Oysa imha aygıtlarının gücü hesap edildiğinde amacın hiçbir kıymeti kalmıyordu. İnsanlığa yaşatılacak korkunç yıkımlar pahasına elde edilecek bir amaç olamazdı. Bu dehşet aygıtlarına sahip olan uygarlık güçleri bizatihi uygarlığın yok edilmesi anlamına gelecek bir işin altına imza atmazdı. Birinin kazanması herkesin kaybetmesi demekti. Rasyonel düşünce böyle topyekûn bir imhayı göze alamazdı. Maalesef barışın teminatı da böylesi bir caydırıcılıktı. Herkesin kendini savunmak için silahlanmaya gittiği bir yerde rekabetin içkin mantığı barışın asıl teminatıydı. Ve dünyayı elini düğmeye değdirdiği anda bir yok oluşa sürükleyecek olanları frenleyen asıl güç de buydu.

Bunların züğürt tesellisi olduğunu belirtelim. Soğuk savaş döneminde böylesi bir dehşet dengesi söz konusuydu elbette. Ama üçüncü dünya savaşını önleyen asıl motivasyon bu değildi. İki büyük güç gerçek bir savaşın eşiğine 45 yıllık soğuk savaş boyunca sadece Küba füze krizi sırasında gelmişti. Her iki sistem de birbirinin sınırlarını çok iyi biliyordu. Yalta, Postham ve Malta’da sistemin çerçevesini birlikte çizmişlerdi. Sovyetler kapitalist merkez ülkelerde bir devrimi zorlamayacaklar, ABD ve ortakları ise Demirperde’nin gerisine çok karışmayacaklardı. Diğer yerlerde aralarında bir rekabet olabilirdi, ancak bunun da sınırları önceden tayin edilmişti. Sistemin işleyişinde elbette yüksek risk alınan anlar olmadı değil. Ama Sovyet bürokrasi için devrim yapmak artık bir öncelik olmaktan çıkmıştı ve önceliği kendi ulusal çıkarlarıydı. Hannah Arendt gibi burjuva özgürlükçülerin yıkıcı aygıtların gücü sayesinde sağlandığını iddia ettikleri barışın çerçevesini karşılıklı siyasi çıkarlar tayin ediyordu. Üçüncü dünya savaşını önleyen asıl saik imha aygıtlarının yok etme gücü değildi. Karşılıklı bir denge oluşmuştu ve merkez kapitalist ülkeler devrim zembereğinin dışına alınmıştı. Savaştan hemen sonra Yunanistan, İtalya ve Fransa devrimin eşiğinden dönmüştü. Nedeni ise Stalin, Churchill ve Roosevelt arasındaki anlaşmalardı. 68 Mayıs’ın da FKP’nin öğrencileri goşistlikle suçlamasının nedeni de buydu.

Ne yeni bir uluslararası sistemin kurulmuş ve bu sistemin iki savaştan çıkartılmış dersler üzerine kurgulanmış olması ne de yıkım aygıtlarının ulaştığı düzeyin uygarlığı topyekûn ortadan kaldırabilecek olmasının yarattığı dehşet dengesiydi büyük güçler arasındaki savaşı önleyen. İki blok, iki sistem arasındaki mantıktı kapışmayı engelleyen. Bunun ortadan kalkmasıyla cinlerden şişeden çıkmaya başladı.

Önceki ve Sonraki Yazılar