10 Ekim’e giden uzun yol
Bugün 10 Ekim katliamının üzerinden 5 yıl geçtikten sonra bu katliamı yakın tarihin içinde nasıl bir bağlama oturtacağız. Oturması gereken yer Türkiye’nin demokratik dönüşümünü istemeyen güçlerin bir provokasyonu olduğudur. Akp Kürt meselesinin çözümüne hiçbir zaman Türkiye’nin demokratik dönüşümünün önünü açmak gibi bir perspektifle yaklaşmadı. Ya vesayetçi odaklar diye tanımladığı silahlı bürokrasi ile hesaplaşmasında İmralı ile sağladığı ateşkesler üzerinden karşısındaki güçlerin sayısını azaltarak zaman kazanmak maksadıyla yada açılım, çözüm ve müzakere olarak adlandırılan süreçlerde Kürt siyasetini kendi bölgesel hesaplarına yedeklemek veya başkanlık hesaplarında kendi siyasi ajandasına destek olmak suretiyle oy deposu haline getirmek faydacılığıyla yaklaştı. Dolmabahçe mutabakatından birkaç gün sonra görüşme masası Tayyip Erdoğan’ın kabul etmiyorum demesiyle dağılmış olsa da gerçeğin böyle olmadığı çözüm koşullarının daha Ekim 2014 yılında Milli Güvenlik Kurulu’nda “ çöktürme planı “ denilen bir güvenlik planının kabul edilmesiyle tedrici olarak dağıtılmasına karar verildiği biliniyor.
Yukarıda söylediğimiz gibi Akp bu süreçlere hiç samimi yaklaşmadı. Öncesinde şimdi “ fetö “ denilen o zamanın cemaati ile Akp sert bir kavganın içerisine girmişti. Bir yıl öncesinde ise Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en büyük demokratik eylemlilikler olan Gezi hadisesi yaşanmıştı. Yine Akp’nin kendini meşrulaştırmasında, zihinleri ipotek altına almasında büyük günahları olan sağ ve sol liberallerle ayrılık süreci içerisindeydi. Akp’nin en yetkili ağızları bu “ evliliğin “ artık bittiğini ilan ediyordu. Birde 2011 yılında Suriye’de başlayan olaylara büyük bir iştahla sarılan ve Şam’daki Emevi Camiinde Cuma namazı kılma düşleri gören Akp açısından işler istediği gibi gitmiyor bu meselede yanında olduğunu düşündüğü güçler başta ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Türkiye’yi yalnız bırakmaya başlamışlardı.
Bu gelişmelerin kümülatif sonucu olarak Kürt siyaseti ile çözüm süreci yürütmeye Akp’nin iki açıdan ihtiyacı vardı.
1- Suriye rejimini devirmek için bir dönem müzakere yürütülen Pyd’nin Müslüman Kardeşlerle işbirliğini sağlamak ve her iki gücü Esat rejimini devirmek konusunda bir stratejik işbirliğine sokmak. Bunun olmayacağı 2014 yılının 6/8 Ekim hadiseleri ve Kobani’nin düşeceği beklentisinin Erdoğan tarafından dillendirilmesiyle anlaşılmıştı.
2- Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan de facto bir Başkan gibi davrandığı için Anayasa’yı değiştirip Başkan olmak istiyor ve bu konuda Kürt siyasetinin desteğini umuyordu. Öcalan’da “ islam bayrağı altındaki kardeşlikten “ bahsederek buna sarı ışık yakıyordu.
İşler ne Erdoğan’ın ne de Kürt siyasetinin umduğu ve beklediği gibi gitmedi. Kobani düşerken ABD’nin devreye girmesiyle Pyd kendine taktiksel de olsa ittifak yapabileceği önemli büyük bir güç bulmuştu ve kendi özgün hedefi olan statü edinme gayretine odaklanacaktı. Dolayısıyla Suriye meselesinde Erdoğan ile ortaklaşılacak bir gündemleri kalmamıştı. İçerde ise Demirtaş “ seni Başkan yaptırmayacağız “ açıklaması Öcalan’ın politikalarını boşa düşürdüğü gibi çözüm masasının artık işine yaramayacağını anlayan Erdoğan toplumsal iklimin yumuşamasının nesnel olarak hem Kürt siyasetinin hem de Türkiye’nin demokratik güçlerinin işine yaradığını düşünerek masayı tekmelemeye karar veriyordu.
Gezi olaylarından sonra yeni bir yönetme teknolojisinin içine yerleşen ve siyasal islamcı gündemine odaklanan Erdoğan için Türkiye’nin köklü sorunlarını demokratik teamülleri çalıştırarak çözmek zaten gündemin de olmayan birşeydi. Bundan sonra ise hegemonyasını rıza ile değil daha çok baskı, şiddet ve hukuksuzluk ile sağlamaya çalışacağı bir dönem açılıyordu.
Ama tüm bu gelişmelerin bu yalınlıkta toplumun bilincine yerleşmemiş olması, çözüm sürecinin şiddeti paranteze alması, Kürt meselesinin çözümüne ilişkin atılan sembolik adımlar herşeye karşılık toplumun demokratik siyasete olan umudunu arttırıyor, Demirtaş’ın etkili muhalefeti Türkiye’nin laik endişelerle yüklü, Akp’den kurtulmak isteyen kentli ve Cumhuriyetçi seçmenlerinin de takdirini kazanıyordu. Nitekim bu umut ve beklenti 7 Haziran 2015 seçimlerinde sandıklara yansıdı. Bu seçimde Akp’nin oyları / 40’a indi Hdp / 13’leri aşarak parlementoya 80 milletvekili ile üçüncü parti olarak girdi.
İlk defa sistem dışı muhalif bir parti /10 barajını aşmıştı ve Akp parlementer çoğunluğu kaybetmişti. İşte “ darbe mekaniği” dediğimiz bir süreç böylesi bir arkaplan üzerinde çalışmaya başladı. Bahçeli yeni bir seçim istedi, Erdoğan seçim sonuçlarını kabul etmedi, Kılıçdaroğlu darbe mekaniğinin işlediğinden habersiz veya çaresizliğinden istikşafi görüşmelerle oyalandı ve son tahlilde Anayasal hükümler çiğnenerek kendisine hükümet kurma görevi dahi verilmedi.
Şimdi Türkiye’nin demokratik umudunu ortadan kaldırmak için baskı ve şiddetin her türünün açıkça kullanıldığı bir dönem açılıyordu. Ceylanpınar’da evlerindeki iki polisin katledilmesiyle başlayan “ derin operasyonlar “ ve provokasyonlar dönemi Suruç katliamı ile ve diğer cinayetlerle devam etti. Sistem içi muhalefet, demokratik muhalefet maalesef bu provakasyon ortamını dağıtacak feraseti gösteremedi. Dönemin Başbakanı Davutoğlu ölüm sayısının artması ile partisinin oylarının artması arasında olumlu korelasyonlar dahi kurdu. Ve nitekim 1 Kasım seçimlerinde Akp oylarını /49’lara yükseltti. 10 Ekim katliamı bu interregnum’da gerçekleşti. Ölüm sayısının fazlalığı, demokrasi güçlerinin barış temalı bir mitinginin hedef alınması, üstelik bunun ülkenin başkentinin göbeğinde düzenlenmesi, gerçekleştirenlerin İşid militanları olduğunun devlet tarafından ve böyle bir eylem gerçekleştireceklerinin önceden bilinmesine rağmen engellenmemesi gibi nedenler düşünüldüğünde herşeyin önceden belirlenmiş bir konsepte göre ve demokratik siyasete olan umudu yok etmek üzere kurgulandığını yeterince ortaya koyuyor.
Ankara Garı önüne gelenler bu ülkenin barışa, kardeşliğe ve demokrasiye inanmış güçleriydi. Türkiye’nin bir şiddet mekaniğinin içine çekilmek istendiğini, seçim sonuçlarının ortadan kaldırılmaya çalışıldığını ve uzun sürecek karanlık bir dönemin başlayacağını sezgileriyle biliyorlardı. Toplanmanın, biraraya gelmenin risklerinin de farkındaydılar. Ancak tüm bu endişelerine rağmen umudu diri tutmak isteğindeydiler. Şunu biliyoruz ki bu ülkede ne vakit umutlar yükselse, toplum bir fail olarak siyasetin öznesi olmaya yönelse birtakım güçler bu potansiyeli yok etmek için harekete geçerler. Onların bu toplumu çatıştırmak için sürekli kullanıp harekete geçirecekleri siyasi fay hatlarına ihtiyaçları vardır. 80 öncesinde de toplumun devrimci uyanışını engellemek için önce paramiliter güçleri devrimci gençliğin üzerine saldılar, bu saldırılar püskürtülünce fay hatlarını harekete geçirip kitlesel katliamlara başladılar ve insanları can güvenliği dışında hiçbirşeyi düşünemez hale getirip 12 Eylül faşizmini başlattılar. 10 Ekim’de de toplumun demokrasiye olan inancını, sokaklara çıkma özgürlüğünü yok ederek, eriyen oylarını güvenliği acil ihtiyaç haline getirip konsolide etmek istediler ve başarılı da oldular. Şimdi de bütün günahı Demirtaş’a yazarak, onu şeytanlaştırarak son barutlarını kullanıyorlar. Çünkü Demirtaş’ın gücünün, neyi temsil ettiğinin ve önlerindeki en büyük engel olduğunun herkesten daha fazla farkındalar.
Bu katliamda kaybettiklerimizin anıları önünde saygıyla eğiliyorum.