1 Mart'ın düşündürdükleri
Eskiler hafızayı beşer nisyanla maluldür derlermiş. Zaman mekan sıkışmasının çok yoğun yaşandığı günümüzde her şey kolay unutuluyor. Bundan ondokuz yıl önce yani 1 Mart 2003 tarihinde parlamento tarihi bir karara imza atmıştı. Irak'ın işgaline onay verecek savaş tezkeresi TBMM'de gerekli sayıyı bulamadığı için reddedilmişti. Aslında tezkereye evet diyenler çoğunluktaydı, ancak Meclis kararı haline gelmesi için gerekli sayıya ulaşılamadığından dolayı tezkerede reddedilmiş oluyordu.
AKP iktidara yeni gelmişti. Kuruluşunun üzerinden daha 20 ay dahi geçmeden iktidar olmanın sorumluluğunu yüklenmişti. İktidara gelirken batının yoğun desteğini aldığından kendisini bu çevrelere karşı borçlu hissediyordu. Milli görüş gömleğini değiştirdiğine içeride çok az kimse inandığından dışarıdan aldığı desteği çok önemsiyordu. Bu destek olmadığı taktirde vesayetçi güçlere karşı iktidarı korumasının zor olacağını düşünüyordu. Erdoğan hem siyasi yasağından kurtulmanın hesaplarını yapıyor hem de batıyla kurduğu hassas dengeleri örselememeye gayret ediyordu. Onun açısından tezkere önemli bir sınav olacaktı. Eğer bu sınavda başarılı olamaz ise önüne çıkartılacak sorunların farkındaydı.
11 Eylül'de ikiz kulelerin çökmesi ile büyük bir travma yaşayan Amerika'da neoconlar iktidardaydı. Saldırıyı gerçekleştirenlerin tamamının İslami cihatçılardan oluşması neoconların İslam nefretini körüklemiş ve Müslüman coğrafyasını talan ve istilanın merkezi haline getirmişti. Önce Afganistan işgal edildi hemen arkasından Irak ile ilgili hazırlıklara başlanıldı. Amerikan toplumunun yaşadığı travmayı bir şok doktrini ile fırsata çevirmek isteyen neoconlar isteklerini tüm dünyaya koşulsuz biçimde dayatıyorlardı. Ne Birleşmiş Milletler'in ne de uluslararası hukukun esamesi okunmuyordu. Fırsatı ganimete çevirmek isteyen ABD imparatorluk reflekslerine dönmüştü. Herkes onların isteklerine biat etmeli, önüne çıkan tüm engeller temizlenmeli ve dünya ABD'nin av sahası olmalıydı.
Türkiye'den istenilenler ise sınırsızdı. Türkiye'nin tıpkı bir müstemleke gibi davranması bekleniyordu. Limanlar, hava alanları, üsler sınırsız biçimde kullanıma açılacak ve 60 bin ABD askerinin güney sınırları boyunca ilerleyerek Irak'ı kuzeyden işgaline izin verilecekti. Bunun karşılığında ise at pazarlığı yapılır gibi çok komik bir rüşvet teklif ediliyordu. ABD çok açık biçimde AKP'ye verdiği siyasi desteğin karşılığını talep ediyordu. AKP liderliği açısından pazarlığı bu haliyle kabul etmek siyaseten taşınması zor bir tablo ortaya çıkaracaktı. Türk İslamcılığı daha henüz para, güç, iktidar ile tam tanışmamıştı. Milli görüş gömleğini çıkardığını söylese de milliğini vestiyere asmamış, batı aleyhtarlığından vazgeçmemiş, siyonizm karşıtlığını köreltmemiş, Müslüman halklara yapılan zulme sessiz kalmayı daha henüz sindirmemişti. Siyaseten bu süreci doğru yönetemedikleri takdirde dağılma tehlikesiyle karşılaşacaklarının farkındaydılar. İçeride vesayetçi güçler dışarıda ise verdikleri güvenceler nedeniyle muhatapları tepelerine inebilirdi.
Ordunun ise Kemalist hassasiyetleri köreltilmemişti. Soğuk savaş sonrasında batının eskisi gibi Türkiye'ye ihtiyacı kalmadığı değerlendirmeleri orduyu paniğe sevk ediyordu. Ortadoğu'daki statükonun çökmesi uzun süredir hapsedilen cinin şişeden çıkması demekti. Çıkacak cin ise bölge ülkelerinin korkulu rüyası olan Kürtlerdi, çünkü statüko zaten onların inkarı üzerine inşa edilmişti. Hem Kürtlerin oluşacak boşlukta güçlü bir manevra alanı kazanabilme ihtimali hem de uzun süredir batıya karşı hissedilen kaygılar bir araya geliyor ve ordunun titrek davranmasına neden oluyordu. En son yapılan MGK toplantısında iktidara renk vermemişlerdi. Ordu içindeki ABD aleyhtarlığı da artık kendini göstermeye başlamış MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılıç Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde batıya mahkumiyetini kırması ve farklı seçeneklere doğru yönelmesi gerektiğini söylemişti.
Meclisteki tek muhalefet partisi olan CHP'de ise antiemperyalist refleksler şimdiki gibi kötürümleşmemiş ve Nato'nun demokrasinin güvencesi olduğunu söylemek o vakitler cesaret gerektiriyordu. Deneyimli bir siyasetçi olan Baykal mecliste tezkerenin reddedilmesinin AKP'yi büyük bir krizin içine yuvarlayacağını görüyordu. Ordu iç siyasetteki elini yükseltecek ABD ise AKP ile çalışmaktan belki de vazgeçecekti. Ömrünü bir Ankara siyasetçisi olarak bu türlü iktidar denklemlerine kafa yorarak geçiren Baykal için hesapların tutmaması için hiçbir engel yoktu. AKP daha iktidarının ilk aylarında ülkeyi yönetmekte güçlük çekecek ve kısa sürede erken seçime gitmek zorunda kalacaktı.
Türkiye'nin toplumsal muhalefetinin üzerinden ise bugün olduğu gibi AKP silindiri geçmemişti henüz. Diri, canlı, dinamik bir toplumsal muhalefet vardı. Haksız bir savaşı da arkasına alan bu muhalefet sürekli sokaktaydı. Savaşın haksızlığı, ABD karşıtlığının gücü, uluslararası hukukun çiğnenmesi, işgalin Müslüman bir halka yönelik olması savaş karşıtı hareketin meşruiyetini güçlendiriyor ve hitap alanını genişletiyordu. Dünya çapında da güçlü bir barış hareketi ortaya çıkmıştı. Milyonlarca insan zincirler oluşturarak savaşı lanetliyordu. Bizde hayatımızın en gurur verici dönemlerini yaşadık bugünlerde. Savaş karşıtı hareketin en ön saflarında bulunduk. Ankara sokaklarını on binlerce insanla beraber yürüyerek Meclise sesimizi ulaştırdık.
İşte tüm bu bileşkeler bir konjonktürde bir araya geldi ve Meclisten tarihi bir kararın çıkmasına sebep oldu. Tüm dünya yönünü Türkiye'ye çevirdi. Diğer ülkelerin parlamentoları ABD isteklerine boyun eğerken, sesini çıkarmaz iken, Meclisin ret kararı kuruluşunu emperyalist bir işgale karşı gerçekleştirmiş bir ülke için büyük bir onurdu.
Şimdi anlatılan bu hikayenin baştan aşağı değiştiği bir eşikte bulunuyoruz. Her şeye ölümsüz CHE'nin dediği ' yeniden başlamak ' gereken bir aralıktayız.